Kendilerinden sayılırdım, aşinaydı ruhlarımız
Sadece adım “gaje”ydi-her ne demekse-
Biz çingene derdik
“Roman” olarak geçerdi edebi metinlerde adları
Köstekli saat kuşanır bıyık burardı erkekleri
Birer Hintli bilgeydiler, uysal ve tevekkel
En çok aşk ve ölüm öyküleri anlatırlardı / akşamları
Ateş başlarında
Gizlice ağlardı kimisi de/ ayıp olduğunu bilerek ağlamanın
Bıçak kullanmada Ustalıkları
Horozların ve köpeklerin kutsallıklarına ilişkin inançları
Sayılmazsa şayet
Bunlardan ibaretti cümle meziyetleri
Gülerken otuz iki dişiyle gülerdi kadınlar
En tiz sesleriyle
En çok da anlatanın güldüğü
Müstehcen papağan fıkralarına
O da gülerdi, güldüğünden utanarak
Kirpiklerini yere indirir, elleriyle kapardı yüzünü
Gizlemek için utangaç gülüşlerini
Çiçekli basmadan entarisini sıkıştırarak bacaklarıyla
Geriye atardı yıldızsız geceler gibi karanlık saçlarını
Bir yay gibi gerilirdi göğsü, aşk tanrıçasına inat
Saf bir çingene olurdu o an.
İnce usul bir sesle
Kondurarak dudaklarına o masalsı gülüşlerini
Ve duyulacağından korkarak söyleyeceklerinin
Şehla gözlerini kısarak “ gaje” derken
Menekşe rengi sesiyle
Gamzeleri çiçeklenir
O kadar uzaklaşırdı o an, çingene olmaktan
Ağustos
Babamın “düşersen kalkamazsın” dediği ay
Yaşamın, aşkın ve ölümün adı
Yani Karacaoğlan’ın Elif’i
Yıldızını arayan gökyüzünde
Uzayıp giden sarmaşık
Bilmem kaç yıl sonra rüzgârına sürüklendiğim
Sağır ve dilsiz tevekkel
Ne çok benzetiyorum kendimi heykellere
Çağdaş ve arkaik
Hepsi benim
Aynı ufka bakıyorum nedense
Aynı yüzü görüyorum durmadan
Sağır oluyorum güzelim İstanbul sabahlarında vapur seslerine
Kendi sesime sağır oluyorum
Kulaklarımda yalnız onun sesi
Bütün sözcükleri unutuyorum
Dilimde günaydın kalıyor sadece/ ona söylediğim
Beynimi bir yerlerde unutuyorum, meçhul bir adreste
Damarlarımda onun sesi dolaşıyor
Yaşamın, ölümün ve aşkın sesi
Düşersen kalkamazsın diyor babam
Geceye uzatıyorum başımı
Uyanmak istemediğim bir düşteyim biliyorum
Acı bir poyraz esiyor ansızın
Günaydın diyorum, günaydın
Alıp götürsün istiyorum rüzgârlar sesimi.
Sadece adım “gaje”ydi-her ne demekse-
Biz çingene derdik
“Roman” olarak geçerdi edebi metinlerde adları
Köstekli saat kuşanır bıyık burardı erkekleri
Birer Hintli bilgeydiler, uysal ve tevekkel
En çok aşk ve ölüm öyküleri anlatırlardı / akşamları
Ateş başlarında
Gizlice ağlardı kimisi de/ ayıp olduğunu bilerek ağlamanın
Bıçak kullanmada Ustalıkları
Horozların ve köpeklerin kutsallıklarına ilişkin inançları
Sayılmazsa şayet
Bunlardan ibaretti cümle meziyetleri
Gülerken otuz iki dişiyle gülerdi kadınlar
En tiz sesleriyle
En çok da anlatanın güldüğü
Müstehcen papağan fıkralarına
O da gülerdi, güldüğünden utanarak
Kirpiklerini yere indirir, elleriyle kapardı yüzünü
Gizlemek için utangaç gülüşlerini
Çiçekli basmadan entarisini sıkıştırarak bacaklarıyla
Geriye atardı yıldızsız geceler gibi karanlık saçlarını
Bir yay gibi gerilirdi göğsü, aşk tanrıçasına inat
Saf bir çingene olurdu o an.
İnce usul bir sesle
Kondurarak dudaklarına o masalsı gülüşlerini
Ve duyulacağından korkarak söyleyeceklerinin
Şehla gözlerini kısarak “ gaje” derken
Menekşe rengi sesiyle
Gamzeleri çiçeklenir
O kadar uzaklaşırdı o an, çingene olmaktan
Ağustos
Babamın “düşersen kalkamazsın” dediği ay
Yaşamın, aşkın ve ölümün adı
Yani Karacaoğlan’ın Elif’i
Yıldızını arayan gökyüzünde
Uzayıp giden sarmaşık
Bilmem kaç yıl sonra rüzgârına sürüklendiğim
Sağır ve dilsiz tevekkel
Ne çok benzetiyorum kendimi heykellere
Çağdaş ve arkaik
Hepsi benim
Aynı ufka bakıyorum nedense
Aynı yüzü görüyorum durmadan
Sağır oluyorum güzelim İstanbul sabahlarında vapur seslerine
Kendi sesime sağır oluyorum
Kulaklarımda yalnız onun sesi
Bütün sözcükleri unutuyorum
Dilimde günaydın kalıyor sadece/ ona söylediğim
Beynimi bir yerlerde unutuyorum, meçhul bir adreste
Damarlarımda onun sesi dolaşıyor
Yaşamın, ölümün ve aşkın sesi
Düşersen kalkamazsın diyor babam
Geceye uzatıyorum başımı
Uyanmak istemediğim bir düşteyim biliyorum
Acı bir poyraz esiyor ansızın
Günaydın diyorum, günaydın
Alıp götürsün istiyorum rüzgârlar sesimi.