İçime Dökülen Irmak
by Turgay Demir • 12 Şubat 2017 • Deneme, Rıhtım • Yorumlar (0) • 457
Bir boşlukta yalpalıyor göğsümdeki kuş. döndürülen cesetler gibi naif; incecik bilekleriyle hayat, alacaklı alacaklı çalıyor kapımı. Ben diyor, biraz ecel biraz da ölü doğumluyum. Kelimelerimi örtüyor tanrının etime giydirdiği bu kavruk deri. Kelimelerden ibarettim ben, asma bahçelerinde yanık birer ağıt, mezar taşlarında yarım kafiye. Ama kelimelerden ibarettim ben, “edebiyatsızın teki!” diye savrulan kallavi küfür.
Antikacılar ağlanmış aynalar satıyorlar, modernizm bu. Ben tütsüler yakarken kirpiklerimin yaş değmemiş bekaretine, bir yerlerde yoksuzluktan örseleniyor çocukların elleri. Yok’un dahi olmadığı yoksuzluk hali değil mi kapımı hiddetle çalan hayatın karşısına dikildiğim? Diklenmek sanma sakın, omurgam bile eciş bücüştü benim ilk defa ölmeden önce. Birkaç ölümden sonra düzene girdi ama işlerim. Ölmeden yaşanmıyor diyordum hani, hor bakmayasınız diye yüzümün yaralarına, her birine bir ölüm kapatmıştım, her yarama bir ölüm; kabuk bağlasın diye.
Ve sonra bir ölüm, bir ölüm daha, bir daha… Ruhumda ölünmeyen iğne ucu kadar yer kalmaksızın yaşadım, çünkü gusüldür kirlenmiş ruhlara ölüm. İntiharsız, kurşunsuz ve cinayetsiz bir avuç dolusu ölüm.
En sevdiğim mevsim, en sevdiğim gök ve deniz ve gece ve rüzgarın uğultusunda ihtiyarlayan kış. Örselenen elleri şimdi kıpkızıl yok’un çocuklarının. Hevesi düğüm düğüm, yumru yumru kederi modern insanın, hani ağlanmış aynalar meraklısı, kirlenmiş ruhların vaftiz babası, nasıl da tanıdınız, nasıl da severdiniz halbuki onu.
İçimi şöyle anlattım meydanda toplanmış telaşlı kalabalığa; o bir tanrısal uçurum, sesin bükülmediği taştan bir oyuk. Gürültüsünü duydular sonra, birbirine çarpan duvarlarımın. İçimden doğup içime dökülen ırmağın, mavinin ve yolun hikayesini dinlediler yılgın sesimden. Derken ölümlerden sonuncusu, mutsuz ölüm; iyi ki doğdun
Bir boşlukta yalpalıyor göğsümdeki kuş. döndürülen cesetler gibi naif; incecik bilekleriyle hayat, alacaklı alacaklı çalıyor kapımı. Ben diyor, biraz ecel biraz da ölü doğumluyum. Kelimelerimi örtüyor tanrının etime giydirdiği bu kavruk deri. Kelimelerden ibarettim ben, asma bahçelerinde yanık birer ağıt, mezar taşlarında yarım kafiye. Ama kelimelerden ibarettim ben, “edebiyatsızın teki!” diye savrulan kallavi küfür.
Antikacılar ağlanmış aynalar satıyorlar, modernizm bu. Ben tütsüler yakarken kirpiklerimin yaş değmemiş bekaretine, bir yerlerde yoksuzluktan örseleniyor çocukların elleri. Yok’un dahi olmadığı yoksuzluk hali değil mi kapımı hiddetle çalan hayatın karşısına dikildiğim? Diklenmek sanma sakın, omurgam bile eciş bücüştü benim ilk defa ölmeden önce. Birkaç ölümden sonra düzene girdi ama işlerim. Ölmeden yaşanmıyor diyordum hani, hor bakmayasınız diye yüzümün yaralarına, her birine bir ölüm kapatmıştım, her yarama bir ölüm; kabuk bağlasın diye.
Ve sonra bir ölüm, bir ölüm daha, bir daha… Ruhumda ölünmeyen iğne ucu kadar yer kalmaksızın yaşadım, çünkü gusüldür kirlenmiş ruhlara ölüm. İntiharsız, kurşunsuz ve cinayetsiz bir avuç dolusu ölüm.
En sevdiğim mevsim, en sevdiğim gök ve deniz ve gece ve rüzgarın uğultusunda ihtiyarlayan kış. Örselenen elleri şimdi kıpkızıl yok’un çocuklarının. Hevesi düğüm düğüm, yumru yumru kederi modern insanın, hani ağlanmış aynalar meraklısı, kirlenmiş ruhların vaftiz babası, nasıl da tanıdınız, nasıl da severdiniz halbuki onu.
İçimi şöyle anlattım meydanda toplanmış telaşlı kalabalığa; o bir tanrısal uçurum, sesin bükülmediği taştan bir oyuk. Gürültüsünü duydular sonra, birbirine çarpan duvarlarımın. İçimden doğup içime dökülen ırmağın, mavinin ve yolun hikayesini dinlediler yılgın sesimden. Derken ölümlerden sonuncusu, mutsuz ölüm; iyi ki doğdun