Mayis60FM - Şarkı Sözleri , Flatcast Tema

This is a sample guest message. Register a free account today to become a member! Once signed in, you'll be able to participate on this site by adding your own topics and posts, as well as connect with other members through your own private inbox!

Küsmelerin Müzmin Tarihi (8. Bölüm)

7. Mevsim

Paylaşımcı Üye
Katılım
2 Haz 2013
Mesajlar
180
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
63
Kimselerin bilmediği bir sırrın ansızın açığa çıkacağı endişesi… Sürekli bir tedirginlik, sürekli bir acaba?. Akbabanın avını sürmedeki sürekliliği ve karalığı ile izleniyorsunuz… Artık dışarıdasın ama içerinin yolları pamuk ipliğine bağlı, kapıların her an açılması olasılığı kuvvetle muhtemel… Onursuzluk pazarından yedekler toplayıp suç üretiliyor… “Acaba hangi itirafçıyı pazarladılar da seni yeniden içeri tıkmanın sinsi sinsi planlarını yapıyorlardır.”. Bunca yılın deneyim ve tecrübesini edindin, bu hödükler elbette senden daha zeki değil, daha akıllı değil. Sen aklın ve zekânın tek bedende tek başta billurlaştığı bir ütopyanın adamısın, sen bir komünistsin… Tek silahın da bu zaten. Zekâ ve sezgi… Iskalamak yok… Hedefi şaşırma hakkını kimden aldın ki…. Onları atlatmanın sanatını senden daha iyi kim bilebilir … Yine de dikkat… Nerede, nasıl ve ne zaman seni ağına düşüreceklerini bilemezsin, gözünü dört açmalısın… Nerede başınızı kaldırsanız malum amcalar(!)… içinizden bir şey kopup gider… Sen neysen ama ya Ferman… Fermanla uzun dönem ayrılığından sonra henüz barıştık ve bana ısınma turları atıyor… İlk tanışmamızda “ yahu bu herif de nereden çıktı” inadını kırmayı başardım. Artık babası olduğumu biliyor. Ya da çocukların bir babalarının olduğunu fark etmeye başladı. Koşup geliyor, bacaklarıma dolanıyor, şımarıyor… (Laf aramızda, it oğlu it o günlerde beni yabancı görüp almadığı paraların acısını bu gün benden çıkarıyor). “Oğlum artık dışarıdasın ve içerde olmak gibi kolaya kaçan bir bahanen de yok artık”… O senin gözbebeğin ve geleceği bütünüyle senin yaşama tutunmana bağlı. Hem sadece bu değil, malum amcalara inat tutunacaksın yaşama… Sen ki bir ülkenin kaderini değiştirmeye ant içtin… Bütün olanaksızlıklara ve bütün kuşatılmışlıklara rağmen, haince pusulara inat, iraden kendi yaşamını kurmanda zafiyet gösterecekse, önce sen kendinle hesaplaş ve de ki” kendi kişisel yaşamında zafiyet gösteren irade ateşler içinden nasıl geçip giderde bir ülkenin kaderini değiştirmeye ant içebilir ki… De ki bu irade yalandır, de ki bu irade içten ve katıksız değildir”… “Düşmanı güldürmeyeceksin, düşmana acz içinde görünmeyeceksin. İşte toprak, saldır ve tırnaklarını geçir…” Gölge gibi peşinde olduklarını ve her hareketinin, her davranışının izlendiğinin farkındasın ve ayan beyan bunu biliyorsun.
O yılın kışında saatini şaşırmaksızın bulunduğun İstanbul’dan Ankara’ya dönecek ve kaçak göçek öğretmenlik yaptığın dershanede sabah derslere yetişeceksin. Beyazıt’tan apar topar Harem garına gelip, yer olup olmadığını bile sormadan hareket halindeki Ankara yönüne giden otobüse atlıyorsun. Muavin “tek kişilik yer var, geç otur” diyor. Otobüs Urfa’ya gidiyor, Ankara terminalinde inecek yolcuları indirip, bekleyenleri alıp yoluna devam edecek. Bunları otobüs hareket halindeyken muavinden öğreniyorsun. Yolcular genellikle Kürt ve Arapça konuşuyorlar birbirleriyle… Yaklaşık gecenin üçünde Ankara’da olurmuşuz. Yanımda oturan esmer, kısa saçlı, çelimsiz biri İngilizce saati soruyor. Şaşırıyorum. Allah Allah bu Kürtçe midir, Arapça mıdır pek anlayamadığım dil ne kadar da İngilizceye benziyor. Yüzüne bakıyorum. İngilizce soruyu tekrarlıyor. Anlaşıldı. Saati söylüyorum. “Thank you!... Bir süre suskun kalıyor. Tam uykuya dalma deminde bu kez Birleşmiş Milletler binasının Ankara adresini soruyor. “Hayrola” der gibi başımı sallıyorum. Birleşmiş Milletler binasında kalması gerektiğini söylüyor. Bu saatte binanın açık olmayacağını söylememle otelin gecelik fiyatını soruyor ve cebinden bir on liralık çıkarıyor. Gülüyorum. “Bu paraya bizim buralarda bir çay-simit bile vermeyeceklerini” söylüyorum. Tedirginleşiyor. Yarım yamalak İngilizcemle sohbet başlıyor. “ What is your name?”…
“Anis,I am from Etiopya”
Lan diyorum içimden “oğlum Etiyopya nere, Türkiye nere, ne işin var lan elin memleketinde”.
Etiyopya’da üniversite öğrencisiymiş. Zooloji okuyormuş. Türkiye’ye araştırma yapmaya gelmiş. Ankara’da bir gece Birleşmiş Milletler binasında kalıp ertesi gün gidecekmiş. Bu saatte binanın açık olmayacağını tekrarlıyorum. Tedirginliği gittikçe artıyor.
“Hadi lan bize gidelim, bu gece kal, sabah da işin her neyse halledersin. Paran yok, pulun yok. Ankara’nın bu soğuğunda donup ölürsün yoksa”… Yardım etmek istiyorum, ne olacak kalsın bu gece bizim evde sabah işine baksın… Beynime endişeler üşüşüyor. “Lan oğlum adam ya polis ise, ya peşine takmışlarsa”… “Tamam, bir bu eksikti”. “Sana ne lan, yok kalkıp Etiyopya’dan Türkiye’ye gel sen, cebinde on lira… Gecenin köründe Birleşmiş Milletlermiş…”. Ne lan bu, sen beni ciddi ciddi salak yerine koyuyorsun ama yemezler oğlum. Bunu yutmamı bekleyecek kadar aptal olamazsın… “Lan diyorum bu hödükler mi yendi bizi, bunlara mı yenildik, bu aptal sürülerine… “Hadi yaylan, başka kapıya”… Yüz vermiyorum. Kafamı cama yaslayıp uykuya dalmaya çalışıyorum. Uyuyamıyorum. Otobüste boş yer arıyorum, kalkıp başka koltuğa oturacağım.. Yer yok, her yer tıklım tıklım dolu. Benden yüz bulamıyor. Uyuyor gibi yapsam da kulağım onda. Bu kez önündekilere, yanındakilere İngilizce yine Birleşmiş Milletler binasını, otel fiyatlarını soruyor. “Ha gardaş anlamadım” diyen başını çeviriyor, şaşkın şaşkın birbirlerinin yüzüne bakıyorlar. Bizimki iyice şaşkınlaşıyor, etrafında benim dışımda konuşacağı kimse yok… Beynimde ikilemlerin biri diğerine karşı savaşıyor.
-Bu adam şayet benim peşimdeyse…
-Senin Haremden apar topar otobüse bineceğini nereden biliyor ki, üstelik sen otobüse hareket halindeyken bindin ve o otobüsteydi, senden önce binmişti.
-Olabilir, acelen olduğunu bilebilir, senin sabah derse yetişeceğini bilir, seni takip etmiştir, hemen hareket eden otobüse bineceğini tahmin edebilir.
- ama zaten açık alandasın. Dershaneye giriş çıkış saatin belli, otobüse dolmuşa bindiğin durak belli. Kaldığın evi zaten avuçlarının içi gibi biliyorlardır.
-Ihhh… İkilemler çarpışıyor beynimde. Ya gerçekten ihtilacı varsa, ya doğru söylüyorsa…
Otobüs Polatlı’yı geçerken yem atıyorum, tavrına göre davranacağım. Teklifime sazan gibi atlarsa bir “hastirlik” hakkı var.
-Bu gece benim misafirim ol” diyorum, sabah kalkar işine gidersin… Başıyla “olmaz” işareti yapıyor. “Numara yapıyor pezevenk” diyorum, “tecrübeli, toy biri değil”… Aldırmaz görünüyor.
Çaresiz ama tereddütlü görünüyor, teşekkür ediyor teklifime. Terminalde sabahlayacağına izin verip vermeyeceklerini soruyor. “Verirler” diyorum, terminalde sabahlarsın. Rahatlıyor, endişesi dağılır gibi oluyor. Hareketlerini izliyorum.
“Diyelim ki bu adam polis ve senin peşinde. Yahu bu adamlar zaten senin peşinde. Bir açığını bulsalar uçururlar seni. Bu kadar tesadüf!... Paranoyaya mı kapılıyorum yoksa”…
Kendimi toparlayıp son derece emin bir tavırla “ hava çok soğuk diyorum, ben öğretmenim, biz de kal”.
Bu kez teklifimde ısrarcı olmamın onda yarattığı kuşkuyu görüyorum. Hangi branş öğretmeni olduğumu, nerede çalıştığımı, kaç yıldır çalıştığımı vs. soru yağmuruna tutuyor beni. “Dershanede çalışıyorum, Matematikçiyim” diyorum. Okulda değil dershanede çalışıyorum.” Dershane!... Yeahh… Tamam, yeahhh ama valla bir bok anlamadı. Dershanenin ne olduğunu bilmiyor bile. Frenlerim boşalıyor, hiç istemediğim halde “lan diyorum sen “bizim amcaların” Vaşington versiyonu musun, ne boksun, hayrola “coni”… Washington… Tedirginliği iyice artıyor. Nasıl olsa frenler boşaldı, kendimi tutma gereğini bir kenara bırakıyorum. Zaten söylediklerimi de pek anlamıyor. İngilizceden çok “İngilazca” konuşuyorum. İngilizcem kırık-dökük. Avanak avanak beni dinliyor. Anlamadığı belli. Tepem atıyor, içimden “ulan diyorum lavuk şimdiden çaktırmadan beni sorgulamaya başladı bile”… “Lan Coni” diyorum, sen bizi pek tanımıyorsun, şayet amacın… Şayet benimle karşılaşman tesadüf değilse ağababalarına 1968 Dolmabahçe’yi sor. Boğazın serin sularında altlarına kaçırışlarını sor… Bizim böyle bir geleneğimiz var. “Senin tercihin ne olur coni, gerçi burada deniz yok ama seni otobüsten aşağı atmamı ister misin?... Okey, okey… Bazen cümlenin ortasında bazen cümlenin bitişinde okey, okey… Lan oğlum diyorum kendi kendime bu lavuk bir bok değil, baksana anasına sövsen okey diyor herif. Yumuşuyor, gülerek “Ankara’da havalar çok soğuk olur, gel bizim evde kalırsın, sabah işine gidersin. Yarı gönüllü “okey” diyor. Ankara garına kadar kurdeşen oluyorum. Bir an beni rahat bırakan olumsuz düşünceler yeniden beynime hücum ediyor. “Kaçsam mı?...” “Ya ihtiyacı varsa?...” “Kaç…” Ya gerçekten zor durumdaysa…
Elimin tersiyle kolumu savuruyorum. “Her ne boksa ne bok, varsın kalsın. Şayet polisse zaten izleniyorsun. Hem neyin var ki, sabahtan akşama tahta başında matematik anlatıyorsun”
Terminalden evin yolunu tutuyoruz. Aralıklarla sohbet etmeye çalışıyoruz. Gerginliğimi yenemiyorum. Ramazan ayı. Sabaha karşı eve geldik. Bir odada yattı, sabah kalktık benimle birlikte Kızılay’a geldi. Para verdim. Çalıştığım Dershaneyi gösterdim. “İhtiyacın olursa akşam on dokuz buçuğa kadar buradayım”
Akşama doğru dershaneye gelip bir öğrencime beni sormuş. Öğrencim “Hocam bir Arap seni soruyor”. Ne arabı ya… Kafamı kaldırmamla anisi görüyorum. Malim esmer, melez ya da zencilere bizimkiler Arap diyor ya… Anlaşılan Birleşmiş Milletlerde Anise pek yüz vermemişler. Gerisin geri dönüp gelmiş. Yine tedirgin, çaresiz, umutsuz. Hareketlerini izliyorum… Kendi kendime gülüyorum. Endişelerimin yersizliğini anlıyorum. Elimi omzuna atıp “ boşver diyorum, eve gideriz…” Bir gülümseme, bir memnuniyet, teşekkür ifadesi beliriyor yüzünde. İş çıkışı eve geldik. Ailemle tanıştırdım. Bu kızım Derman bu da oğlum Ferman. Elini uzatmıyor, çekingen… Evde pek rahat hareket etmiyor. Ev içi davranışlarda sürekli beni benimle oturup benimle kalkıyor. İftar açılmadan bir şey yiyip içmiyor. İftar ezanı okununca mırıldanarak dua okuyor. İnançlı birisi olduğu sonucuna varıyorum. Hatırladığım kadarıyla bir iki gece sahura kalktı. İncitmiyoruz. Gündüz dershaneye geliyor benimle, sohbetin konusu genişliyor. Ona bizim oruç tutmadığımızı, bizim sosyalist olduğumuzu ama kendinin rahat olmasını söylüyorum. Yeri geldikçe ülke ve dünya devrimci hareketinden anekdotlar aktarıyorum. Gün geçtikçe daha rahat hareket ediyor. Gündüzleri Fermanı gezdiriyor. Çok dikkatli, yoldan karşıya geçerken Fermanın elini sıkı sıkı tutuyor. İyi arkadaş oldular. Fermana İngilizce öğretiyor. Bir akşam eve geldiğimde hamurdan satranç takımı yapmışlar, gülüyorum. “Anis” diyorum “Mamak cezaevinde bizim hamurdan satranç takımı yapma atölyemiz vardı, sen orda olsaydın Cezaevi müdürü Raci Tetik’e torpil yapar seni ustabaşı olarak dolgun bir ücretle işe başlatırdım, hatta sigortan bile yapılırdı.”. Günler geçiyor. Bir geceliğine evde kalmak üzere gelen Anis ev halkının yerli bir üyesi oldu. Artık kendi başına mahalleye çıkıyor, bizim gecekondudan şehre iniyor. Olanaklarımız ölçüsünde harçlığını eksik etmiyoruz. Biraz mahcup ama verdiğimiz harçlıkları artık geri çevirmeden teşekkür edip kabul ediyor. Anis kelime bazında Türkçe bile öğrenmeye başlıyor. Biraz İngilizce biraz Türkçe…
Bir gün ineceği durağı şaşırmış, iki durak ötedeki bizim eski oturduğumuz evin durağında inmiş. Evi bulamıyor. Oradaki esnafa mahalle halkına bizim evi soruyor. Mahalle halkı benim durumumu biliyor, yabancı birisi… Beni soruyor… hmmm… Anlaşıldı. Kimse beni bilmiyor, tanımıyor. Ararken evi bulmuş… Anis’le sohbetimiz genişliyor, dökülmeye başlıyor. Artık bizden emin… Bizim kafamızda Anis inançlı bir İslamcı, ama tutukluğu geçti. Daha rahat hareket ediyor artık. Bir gün Kırık dökük öğrendiği yarı Türkçe yarı İngilizce “yoldaş” dedi, “bana gösterdiğiniz ilgiye alakaya teşekkür ederim. Elbette bir devrimci dayanışmasının en güzelini gösterdiniz, bir gün borcumu ödeyeceğim”… Şaşırdım. “Lan Anis dedim, tabii ki yoldaş diyeceksin, kaç zamandır bizim ekmeğimizi yiyip, suyumuzu içiyorsun. Bizden sana da bulaştı galiba”… Anis orucu bıraktı, sahura kalkmayı bıraktı. Sohbet konularımız genişledi. Boş biri değil. Dünyadan haberdar. Anisin ne Zooloji öğrenciliği var, ne turistliği. Eritre Halk Kurtuluş ordusunun idama mahkum edilmiş, örgütü tarafından cezaevinden kaçırılmış ve yurt dışına çıkarılmış bir militanı… Ağzım açık kalıyor. Etiyopya’yı, Eritre’yi anlatıyor. Oradaki mücadeleyi, işkenceyi, halkın yokluğunu yoksulluğunu… Çok yakın bir arkadaşım biraz de endişeyle “bu kim” dedi. Anisi en kestirme yoldan tanıttım. “Afrikalı bir acilci!...” Anis’e İstanbul’dan Ankara’ya gelirken karşılaştığımız otobüste kendisi hakkında endişelerimi, kaygılarımı anlattım, güldü. Haklısın dedi, CİA’dan tuta bütün karşı devrimci istihbarat örgütleri gölge gibi peşimizdeyken bunca şey yaşamışsın, benden kuşku duyman elbette olağan dedi. Anis’le artık iyi arkadaşız, birbirimize ısındık, sevdik birbirimizi.
Günlük meşakkatimizi görüyor. Oğluma “Baban çok çalışıyor” demiş.
Gün geldi Anis bizden ayrıldı. Nereye gittiğini ne biz sorduk, ne o söyledi. Öğrendiğimiz kural ve geleneğimiz buydu, sorulmazdı da, söylenmezdi de… Zaman zaman telefon etti. Bir iki kez küçük miktarlarda para gönderdi. Belli ki kendini borçlu saymıştı ve borcunu ödüyordu. Aradan sanırım iki üç yıl geçti. İzimizi kaybettik. Kritik durumu nedeniyle nerede olduğunu arayıp sormuyorum. İstanbul’daki öğrenciliğimde telefon kulübesinden telefon edeceğim. Kulübeler loş ışıklı, etrafta pek bir şey seçilmiyor. Jetonu yuvasına atıp bir veya iki numara çeviriyorum, kabin kapısı çalınıyor. İşaretle “bir dakika“ diyorum. Yeniden kabin kapısı “tak tak”. Tekrar işaretle bir dakika diyorum. Numaraları yeniden çevirirken tekrar kabin kapısı “tak tak”. Ben deyim sekiz, siz deyin on. Bir türlü numarayı çevirmeme izin verilmiyor. Hırsla kapıyı açtım, suratını dağıtacağım hergelenin. Kapıyı açmamla adımın seslenmesi bir oluyor. Aniiissss… Kucaklaşıyoruz. Telefon kabinine girerken görmüş beni. Hoş beş, hal hatır. “Hadi diyor eve gidiyoruz”. Elimdeki kitapları, ders notlarını kaldığım yakındaki üçüncü sınıf otele bırakıyorum. Laleli yönüne doğru sohbet ederek yürümeye başlıyoruz. Yüksek katlı bir apartmandan içeri giriyoruz. “Burası diyor mülteci sığınma evi”. Pek bir şey anlamıyorum ama sesimi de çıkarmıyorum. Girişteki odanın zili çalınıyor, şivesinden Arapça olduğu anlaşılan birisi kapıyı açıyor. Karşılıklı tanıştırıyor. “Suudi Arabistan Komünist Partisi üyeleri”… Adımı söylüyor, THKPC/ Acilciler örgütünden yargılandı. Kendimi hiç yabancısı olmadığım kardeş evinde gibi rahat hissediyorum. İlk kez Suudi Arabistan’da bir Komünist partisi olduğunu duydum. Suudiler akşam yemeği telaşında. Anis “gel diyor” seni diğer yoldaşlarla tanıştıracağım. Kimler yok ki… Alman RAF tan, Fransız doğrudan eylemcilerine, İtalyan Kızıl Tugaylarından Sri Lanka Tamil Kaplanlarına kadar… İtiraf edeyim, en hayran kaldığım Irak Komünist Partisi liderinin yaşam tarzı, tutum ve davranışları oldu. Bir altmış metre boyunda zayıf, çelimsiz biri. Bir inşaatta amelelik yapıyor. Yorgun, yorucu bir iş. Kaldığı küçük bir odanın dörtte üçü kağıt. Kitap defter, gazete… Günde iki saat uyku uyuyor, bütün zamanını Iraktaki yoldaşlarına, partisine yazıp çizmeye ayırıyor. Hiçbir yakınma ve şikâyet duymadım. “Evet diyorum, kazanacaksak böyle kazanacağız. Büyük amaçlara büyük kişiliklerle, büyük fedakârlıklarla ulaşılacaktır”.
Anis, İtalyan Kızıl Tugayları ve Fransız Doğrudan Eylemcileriyle Jumbo çatal kaşık satarak geçimini sağlıyor. Perakende alıp satıyorlar, akşam günlük satış parasını teslim ediyorlar. Fabrikaya güven sağlamışlar. Bir gün kaldığım otelin bütün geçmişten kalan borçlarım dâhil bütün parasının ödendiğini söyledi işletmeci. “Kim ödedi hacı amca” dedim. Tarif ettiği kişi Anis’ti. Anis’le görüşüyoruz. Otele gelip beni yemeğe filan götürüyor. “Anis dedim, otelin parasını ödemişsin, keşke yapmasaydın, zaten zor geçiniyorsun”. Güldü. Gülerek anlatmaya devam etti. Fabrika kendilerine, vermiş oldukları güven nedeniyle bir TIR mal vermiş. Malı pazarlamışlar ama bir daha fabrikaya da yanaşmamışlar, yani paraları cebe atmışlar. Yüzüm asıldı. “ Ne yani dedi, burjuvazinin bir TIR çatal-kaşığını çok mu görüyorsun, onlar halkı sömürüyor, biz de onlara derslerini verdik”. “Anis dedim, devrimciler kişisel çıkarları için hak etmedikleri bir çöpe bile el uzatmazlar, yaptığınız düpedüz dolandırıcılık”. Bize düşmanlarımıza bile dürüst davranmamız öğretilmişti de… En zor anımda maddi desteğini gördüğüm Anis’e küsmüştüm. Ne dersiniz, biraz salak mıyım ne!...
 
Üst