Mayis60FM - Şarkı Sözleri , Flatcast Tema

This is a sample guest message. Register a free account today to become a member! Once signed in, you'll be able to participate on this site by adding your own topics and posts, as well as connect with other members through your own private inbox!

Endişe

7. Mevsim

Paylaşımcı Üye
Katılım
2 Haz 2013
Mesajlar
180
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
63
BÖLÜM:1
Yok, yok… Rahmetli anam yine haklı çıktı. Ben adam olmam… Nerede melanet bir olay, nerede “üstüme vazife olmayan”, sinirlerimi alt üst edecek bir şey varsa onu iğnenin deliğinden çıkarır, arar bulurum… Onlar beni bulmaz, ben onları bulurum… Görmek istemediğim bir şeyi görür rahatsız olurum, duymak istemediğim bir şeyi duyar kurdeşen olurum… İçime bir kurt düşer, tırmalar da tırmalar… Ne dur durak bilir, ne gecesi vardır, ne gündüzü… Doymak bilmez bir iştahla kemirir durur içimi… Yağmura yaşa, soğuğa kara, geceye gündüze aldırmadan bir o caddeye vururum kendimi bir bu sokağa… Dünkü Cumhuriyette Ahmet Tan’ın köşesinde okumuştum. Kızılderili bir kabilenin güngörmüş reisi toy bir delikanlıyı karşısına alıp anlatmaya başlar: “Bizim” der, “her zaman içimizde iki kurt vardır, bu iki kurt birbiriyle didişir, boğuşur durur, birbirlerini boğmaya çalışırlar. Kurtlardan biri öfkeyi, kıskançlığı, açgözlülüğü, kibri, kendine acımayı, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı, benciliği temsil eder. Diğeri, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardım severliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı…”
Genç, merakla sorar: “Bu kurtlardan hangisi kazanır”: Kızılderili güngörmüş reisin cevabı tek sözcüktür: “Beslediğin”…
İçime “ilk kurdu düşüren”, beni olur olmaz şeylere maydanoz olmaya sevk eden, “beni adam olmazlık” alışkanlıklara gark eden öğretmenlerimden şikâyetçiyim valla… İlk fırsatta yargılanıp hak ettikleri cezayı çekmeleri için hemen bir “özel yetkili savcıya” başvurup, “özel yetkili bir mahkeme”de yargılanmasını isteyeceğim… Hem “gizli tanıklarım” da var, beni “adam olmaktan” alıkoyup “insan olmayı” öğretmeye teşvik ettiklerine dair…
Allah için siz hak verin, ben ortaokula dini bütün bir Müslüman evladı olarak gelmişken, elif cüzü emme cüzü ve dahi kuranı birincilikle hatmeden parlak bir hafız adayı iken- ah o babam ah, onun suçu az mı, tutturdu ben oğlumu ortaokula vereceğim diye de başıma bu işleri getirdi- ve dahi bu parlak geleceğimi iktisaden ve malen de tecrübelerimi artırarak geleceğe taşımak için her türlü alâ imkânlar varken, büyüklerimin karşısında hazır ola geçip arz-ı endam ederek ve görüyorsunuz ki ağzımın laf yapması da cabası, geleceğin “akil adamı” istikbali çantada keklik iken… Evet, şikâyetçisi olduğum öğretmenlerim elime yok felsefe, yok öykü, yok roman, şiir gibi yaşamımın suç üretim araçlarını birer birer tutuşturdular ve benim gibi mazlum ve masum bir sabiden “suç işleme makinesi” icat ettiler… Önce “insan olmak” gibi yaşamımın her adımında benim “enayi” yerine konmama sebebiyet verdiler, giderek “enayiliğimi” damarlarımda dolaşan kanıma şırınga ettiler… En yakın dostlarınızın bile bıyık altından enayiliğinize gülmeleri(!) hoşunuza gitmez değil mi?. Benim de gitmez. Bu yazıyla ben aynı zamanda “iyi bir vatandaş olarak” çoluk çocuğunuzun, eşiniz-dostunuzun, akraba ve dahi taallukatınızın bu “tuzaklara” düşmesine mani olmak için uyarı görevini yerine getirmeyi, sizlere “kötü talihimin tecrübelerini” aktarmayı amaçladığımdan “bu hallere nasıl düştüğümün” yürek paralayıcı, acıklı öyküsünü anlatacağım. Amma, siz sakın ola ki bunun ilk kişisinin ben olduğumu düşünmeyesiniz… Bu tür adamlar “öğretmenlik, yazarlık, çizerlik” kisvesi altında yüzyıllardır işbaşındalar. İlk öğrenmeniz gereken de budur: Bunlar hayatları boyunca “insan olma” suçu işlediler ve bu suçun işlenmesinin teşvikçisi oldular… Mesela, bundan taa dört yüz sene evvel Voltair denen bir adam “yazmak, kötü yola düşmektir” diyor ya, aslında yaptığı işin kötülüğünü anlıyor garibim ama zekâsı derecesi “geri dönüş manevrası yapacak kadar keskin ve kudretli “ olmadığından dönemiyor… Tabi, o tarihte ya bizdeki gibi “dönme” konusunda “rüzgâr fırıldaklarını” kıskandıran döneklerin tecrübesinden yoksun olduğu için, ya da dönekliğin “getiri ve istikbalini” bilemediği, ya da ne bileyim öpeceği bir etek, sarılacağı bir şey… ( ne?), bulamadığı için muhtemel dönmüyor… Ama bak o bile itiraf ediyor: “yazmak, kötü yola düşmektir” . İmdi bunu biraz “mealen” açmak gerek tabi ki… Her yazan kişi “kötü yolun yolcusu” değildir, yani “ne yazdığına” bağlıdır… Mesela bu Voltair denen Allahın kulu- olsun, küffar da olsa Allah yaratmıştır, aslında bunlara “Allah yarattı bile” demeyeceksin ya, neyse- her ne kadar dinen caiz olmasa da incilin tefsirini, İsa’nın övgüsünü, tanrının kudretini yazsaydı… “kötü yola” mı düşerdi… O, “karşı çıkmayı” yazdı, “düşünmeyi” yazdı, ayağa kalkmayı, boyun eğmemeyi” yazdı, kötü yola düştü. Bunu kendi söylüyor bak, ben söylemiyorum ki… Onu okuyanlar da ondan beter çıktılar, hem Allah katında, hem kul katında… Dörtyüz yıl önce yazdıklarının şer’rini bugüne kadar temizleyemedik gitti… Anladınız mı?... Bakın buradan nereye geleceğim: Kul kulluğunu bilecek, çul çulluğunu… Bir “ulemadan” dinlemiştim, tanrı taksiratını affetsin, günahkâr bir kul imiş, “Prometheus” diye bir âdemoğlu… Haddini öylesine aşmıştır ki, Tanrıların elindeki ateşi çalarak ölümlere armağan etmiştir. Amma, tanrılar gözünün yaşına bakar mı hiç, haddini bilmezlerin… Ne yapmışlar biliyor musunuz?... Kafkaslarda bir kaya çivilemişler, bir kartal göndermiş tanrılar, her gün Prometheus’un kalbini yemiş… Yoo, öyle ucuza ölmek yok… Her gün ölüp, ertesi gün yeniden dirilirmiş, kartal da her gün kalbini yeniden yeniden yermiş… Bu ne demektir, düzen içinde olduğun yeri kabulleneceksin… Biz kuluz, kim oluyoruz da tanrıya “şirk” koşuyoruz, onun elindeki ateşi ölümlülere armağan ediyoruz. Tanrı isteseydi kendi verirdi, tanrının vermediğini sen mi vereceksin… İşte “kötülüğün tarihi” buralardan başlıyor, aklımız yetmeden bunları okuyup “kötü yola” düşüyoruz… İşte, felsefe hocam biz “sabi çocuklara” bu Prometheus’u anlatırken ne demek istediğini çok sonraları anladım… Gerçi o da “kötü yola” düşmüşlerdendi, onun da tanrı taksiratını affetsin. Bizim Liseye yeni geldiğinde bazı öğretmenlerimiz bizi uyarmıştı el altından… “Milli ve manevi değerlerimize laf ettirmeyecektik”… Beceriksizin birisiydi adam, üstü başı sefil, perişan… Aldığı üç kuruşluk öğretmen maaşını da fakir fukara çocuklarına üst baş, defter-kalem parası harçlık olarak dağıtırdı… Okulumuzun kantinine “okunması sakıncalı” gazete ve dergileri parasını cebinden vererek getirtirdi… “Gazete, kitap okuyun çocuklar”… Şimdi düşünüyorum da, ulan sana ne bizim gazete kitap okumamızdan, şöyle doğru dürüst bir şeyler okutsana… Mesela, banka, borsa, ticaret, çek, senet filan… Bizim “adam olmamıza” yarayacak bir şeyler öğretsene, “Tarikat, ticaret, siyaset gibi istikbale yönelik şeyler”… Kendi “adam olamamıştı”, bizi de “adam etmedi”… Adamın ne şirketlerden haberi vardı ne borsadan anlardı… Döviz kurları, piyasalar, menkul kıymetler… Hak getire… Ben öğretmenim olarak ondan ne “nasıl yükseleceğime” ilişkin bir nasihat dinledim, ne de “nurlu ufuklara nasıl koşulacağını”… Adamın sorduğu soruya bakın siz, hiç meymenet olmadığını anlayacaksınız: “Çocuklar, en yüce değer emektir” sözü hangi düşünüre aittir… Kimmiş biliyor musunuz… -Gerçi bu sorunun cevabını sınıfta ben vermiştim ve on alarak kazançlı çıkmıştım, ilk kazançlı çıktığım şey ya, hadi neyse- … Karl Marks… Adamın niyetini anlasam hiç sorunun cevabını söyler miydim, dilim kopsaydı… Ne çektiysem bu yüzden çektim… Bütün dünyayı allak bullak eden bu adamla ilk tanışmamızdı bu ve arkası geldi… Adam, tam bir arı kovanına çomak sokucu… İşin mühimmatı şurada ki, arı kovanına çomağı sadece kendisi soksa neyse de, bütün dünyadaki işçi sınıfını, “insanın midesinin kaldıramayacağı kadar iğrenç” diye bahsettiği kapitalizmi yıkmaya, yerine işçilerin, emekçilerin, tüm çalışanların egemen olduğu bir düzen kurmaya ve dahası bu egemenliğin de yine bu düzen tarafından kaldırılacağını söylüyor… Ortada ne devlet kalıyor, ne yöneten, ne yönetilen… Aslında neyi öğretiyor, buraya dikkatinizi çekerim: Servet ve sermaye düşmanlığını… Bunların egemeni kapitalizm ortadan kalkarsa, sömürü ortadan kalkacakmış, dünya kocaman bir kardeş sofrası olacakmış, içinde herkese yetecek kadar yiyecek, herkesin kıçını örteceği giysileri, herkesin kıyılarında güneşleyeceği denizler… Ordular yok, polisler yok, cezaevleri yok, Banka yok, borsa yok, kredi kartları fora… Valla at yarışlarıyla sayısal loto, hatta Milli piyango biletini bile ortadan kaldıracak bu adam… Düşünsenize savaş bile olmayacakmış… Ulan bir düşünsenize- ben de mi düşünün dedim, ne- bizim gibi kökü mazinin derinliklerinde savaşçı bir milleti erkekliğinden edecek….Bak şimdi “düzen düşmanlığı, servet düşmanlığı” kaç bin yıl önce başladı, ta nerelere sıçradı… Biri öldü, arkasından binler geldi… Öldür, bitmediler, hapislerde çürüt tükenmediler, as, ip-urgan yetmedi… “Asmayalım da besleyelim mi” veciz sözü de böyle türedi… Amma, Allaha şükür ki artık öyle öğretmenler, öyle yazarlar, çizerler yetiştirmiyoruz, yalama ve yağdanlık stoklarımız epeyce geliştirdik, otuz yıllık plan ve programımızın semerelerini topluyoruz, artık, endişeye mahal yok… Eee, maymun gözünü açtı. Artık ağzını açan hapishaneye… Bizim de icadımız çoğaldı, öyle dosta düşmana karşı “bu adamlar insan olmayı öğretiyorlar” diyecek kadar ahmak değiliz ya, akıllandık. Kaşının üzerinde gözün var deyip sallıyoruz bilmem ne tipi cezaevlerine…
Bu yazı benim şikâyetlere müdahale dilekçemdir. Mideniz bulandıysa biraz ara verelim- benim midem ağzıma geldi de- sizin “adam olmanız” için tecrübelerimin devamına kulak verin, iştahınızı 2. Bölüme saklayın. Sakın içinize düşen kurtlarınızı beslemeyi de ihmal etmeyin.
---------------------------------- o ----------------------------------
BÖLÜM:2
“Endişe”nin birinci bölümünün okurlarının, yazının girişinde çırılçıplak ortaya serdiğim kişiliğin kendilerine “iyi örnek” olmadığımın, devam eden bölümünde ise “haa şöyle, bak adam olmaya başladın” dediklerinin elbette farkındayım. Hani size “mideniz bulandıysa biraz ara verelim” demiştim ya, vazgeçtim, “mide bulantısı” beklemek boşunaymış, biraz geç de olsa fark ettim. İki yazı arasında öğrendim ki, “adam olma” yolundaki mide bulantıları bir tuzak, sizi bu yoldan alıkoymaya çalışanların beyhude çırpınışlarıdır. Belki başlangıçta gerçekten mideniz bulanmıştır, ama siz bu yolda istikbale yürüdükçe bu bulantılar geçecektir, yeter ki rüştünüzü ispat edin. Hatta ben eminim ki siz bu tür oyunlara düşmeyecek kadar cin, “bulantıya” meydan vermeyecek kadar” da pişkin ve midesizsiniz. Yoo, yo öyle hemen saldırıya geçmeyin, sakın aklınızdan size hakaret ettiğimi de düşünmeyin. Eşya adıyla çağrılır ve ben sizi adınızla çağırıyorum… Mesele adam olmak değil miydi?. Bakın şu çevrenizdekilere, bu yolda nice mesafe kat etmiş adamların hangisinde mide var, kimin midesi bulanıyor… Bir düşünün lütfen, özellikle gençliklerinde bir hırka bir lokmaya “devrimcilik” yapanların “adam olmayı” keşfetmelerinden sonra cansiperane çırpınışlarını… Düşmedikleri baca, öpmedikleri etek, yalamadıkları kıç kalmış mıdır?.. Hangi teraziye kefe olacağınızı, hangi değirmene su taşıyacağınızı iyi bileceksiniz… Önünüzde yeterince örnek var, ders çıkarmak için cin gibi olacaksınız. Öyle hamhalat zıpçıktılık yapıp sakın “sol”a “sosyalizm”e lanetler yağdırmaya, küfürler savurmaya kalkmayın. İpliğiniz çabuk pazara çıkar… Çünkü bu türler gereğinden çok varlar ve size ihtiyaç duymazlar, atıverirler bir köşeye… Gothe’nin Mephistosu kadar cin, Homerosun Akhilleusundan atak, Gonçerovun Oblomovundan pişkin olmalısınız. Gerçi bütün bu aşamaları kat eden siz aslan parçaları için bütün bunlar, birileri giderken sizin geldiğiniz yoldur ama biz yine de tembihleyelim, nemize lazım, olmadık olmaz. Şöyle, görünür yerlerde kendinizi fark ettireceksiniz, “ağır abi” takılacaksınız… Sofranın iyisi kötüsü olmaz, bulduğunuz sofraya çörekleneceksiniz, gözünüzü dört açarak. Her sofrada avlayacağınız bir av, çengel atacağınız birçok saf dirik olacağını unutmayın. Nasılsa bir dönemi yaşamışsınızdır, nasılsa her attığınız yemi yutacak sürüyle civciv olacaktır. Tezgâhınızda engin tecrübelerinizin öngörüsüyle epeyce “yem” istif etmişsinizdir… En değerli “malınız, vazgeçilmez sermayeniz budur, iyi kullanabilirseniz… Bütün mesele pazarlayabilmenizde… Tezgâhınızı pazarın en görünür yerine kurup, kendiniz de en fark edildiğiniz platforma çıktığınızda işe iyi başlamışsınız demektir… Sallayın yemlerinizi… Gün öylesine bereketli olacaktır ki, hedef kitleniz bu yemleri yutarken, siz gönül rahatlığı ile follukta yumurta hesabı yapabileceksiniz… Hangi civciv ne kadar yumurtlarsa verimine göre siz de ona göre yem atacaksınız… Yutmayacak civcivlere yem atmayın sakın, heder olur sonra… Bir de maazallah o yemleri size yedirtebilirler sonra… Ola ki böyle bir durumla karşılaşırsanız-ki zaten yüzünüz kızarmayacak kadar pişkin olduğunuzdan eminim- hemen çıkınınızı açın önünüze, yeteri kadar azık bulacaksınız orada… En okkalı ısırığınızı alın ve ağzınızı tavanına kadar açarak “beeennn” diye başlayın. Arkası gelecektir merak etmeyin. Nasılsa dağarcığınızda kalan bir gösteri, bir yürüyüş ya da ne bileyim şanınıza gölge düşürmeyecek bir eylemde bulunmuşsunuzdur. Bu tür handikaplardan kurtulmak için bulunmaz bir nimete sahip olduğunuzu unutmayın. Sizin vazgeçilmez hazineniz budur.
Gösteri zamanı… Bulunduğunuz platformda çakalları kıskandırır görüntüler vermelisiniz… Ahali breh, breh, breh demeli… Malınızı pazarlamanızdaki bütün maharet platformdaki görüntünüzdür… Ağzınızdan çıkan her lafın kitlenin maşallahına mazhar olması şart bir kere… Size o tezgahta iş verenler, sizin kime, nerde, nasıl ve ne konuşacağınızı da beyninize “chip”leyeceklerdir. Siz sadece “play back” yapacaksınız. Yani “mış” gibi” yapacaksınız. Ağız sizin olacak ama diliniz ödünç… Sahnede görünen siz olacaksınız bütün ihtişamınızla… Nikâh üzerinizde olacak ama dilber meşgul… Dedik ya siz “boku ambalajlayıp” pazarı ele geçirebilecek kadar işini bilenler için bu da mesele olmayacak, buna da alışacaksınız… Bunca mesafe kat etmişsiniz, bu mu mesele olacak yani sizin için… Pazarladığınız değerlerin yanında bir dilberi pazara sürmüşsünüz çok mu yani… Siz bu gösterinin seçilmiş oyuncularısınız… Oynadığınız oyunun senaryosunu yazanlar her hareketinizi puanlamaktadırlar… İzleyicilerinize “damardan” gireceksiniz… Merak etmeyin “numaranızı” yutmayacak pek az izleyici çıkacaktır ki, onların da olası bir itirazı sizin büyülediğiniz kitlenin öfke seli karşısında uçup gidecektir… Falso yapıp açık vermeyin… Kimin neresini kaşıyacağınızı iyice irdeleyin. Herkes her yerinden kaşınmaz… Kaşıma imalathaneleri toplumu “kaşınacak” yerlerine göre kümelendirmiştir… Hangi grubu etnik kökeninden, hangi grubu dinsel kökeninden, kimi ideolojik-politik yanından kaşıyacağınız konusunda bir uzman gibi kılı kırk yarmalısınız… Hangi lafın neresinden tutacaksınız, kimi nasıl hipnotize edeceksiniz, bunlar zaten sizin günlük uzmanlık alanınız içerisinde yer almaktadır. Az da olsa bir yerlerini kavratmayacak birilerinin de çıkabileceğini gözden kaçırmayın. Herkes her yerinden kavranmaz… Tuttuğunuz elinizde kalabilir… Bu iş şakaya gelmez… Etkisi daha epeyce süreceğe benzeyen, senaristlerin ürettiği modanın “demokrasi ve insan hakları” üzerine felsefi, politik ve kültürel “derinliği” olan “zat’a mahsus” üretimler olduğu ve pazarlarda her daim alıcılarının bulunduğu bilinmektedir. İçine biraz da çeşni katmalısınız… Öyle cepheden zart-zurt etmeyecek kadar deneyimlisiniz elbette… Yumuşata, yumuşata yedirmelisiniz… Alıştıra, alıştıra… Öyle ham halat laf erbaplarının yaptığı gibi “sağ-sol” bitti filan size yakışmaz, maazallah “muhalif” kimliğinize gölge düşürür. Senaryoda ne yazıyorsa o… Son derece bağımsız gözükmelisiniz, bağımsız ve muhalif… Mesela sık sık sosyalizme, dünya devrimlerine atıflar yapmalısınız… Dedim ya damardan gireceksiniz… Sizi dinleyen ahmaklar sürüsü bilgi düzeyinizin müthişliği karşısında ağzı açık ayran delisi gibi nefes almaksızın ağzınızdan çıkacak sözcüklere kendilerini ram edeceklerdir… Tam bu an… Bu anı mutlaka iyi yakalayın… Sihirli sözcüklerinizin uçuştuğunu fark edin… “Demokrasi… İnsan hakları… Cinsellik… Kadın haklarıııı… Burada dikkatli olun, demokrasi ve insan haklarının elde edilişinin işçi sınıfının ağır ve meşakkatli, yüzyıllara varan yıpratıcı, ölümlü-kalımlı mücadeleleri sonucu kazanılan sınıfsal kazanımlar olduğu… Sakının ha… Sınıf mücadelesi gibi bir kabustan söz etmeyin…”Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor: Komünizm”… Ödümüzü patlatmayın, sonra hepimiz altında kalırız, yemlendiğimiz fonları da bir daha göremeyiz… Şöyle başlayabilirsiniz: “Marksizm-Leninizm denendi, tutmadı… Bir sınıfın iktidarı diye bir şeyin olamayacağını yaşayarak gördük… Sovyetlerde halk diktatörlüğe başkaldırdı, Demokrasi mücadelesi verdi… Lenin: I-ııhhh… Stalin: Maazallah… Mao: Köylü, Che: Delikanlı adam valla…” Oyun alanınız geniş. Açık oturumlar, konferanslar, sivil toplum kuruluşları, tv, dergi, gazete… Bütün medyatik araçlar sizin için seferber edilmiştir… Bu müthiş iletişim aygıtı babanızın malı değildir, “seçilmiş” olmanızın hakkını vermelisiniz.. Halkın beyinsizleştirilmesi için otuz küsur yıldan beri çok merhaleler kat edildi, beklenmedik başarılar elde edildi, “yemeye” hazır bir kitle yaratıldı. Bütün mesele sizin maharetinizde, “yedirebilmenizde”… Basit, herkesin anlayacağı “derinliğinize gölge düşüren” anlaşılır laflar sizi sıradanlaştırır, aman dikkat. Haa, bu arada hatırlatmadan geçmeyelim: Her işin bir meşakkati olacak elbette… Mesela kendini bilmezin biri çıkıp, siz tam da rüştünüzü ispatın eşiğindeyken olmadık bir yerde olmadık bir laf edip size “siktir” çekebilir… Bu durumda nasıl hareket etmeniz gerektiği de kulağınıza fısıldanacaktır. Size “siktir” çeken haddini bilmeze şöyle yukarıdan bakıp “hoşgörü” örneği mi sergileyeceksiniz, yoksa arkanıza aldığınız “herkesi hemen hizaya getiren medyatik mekanizmaları” devreye sokarak meşrebinize yaraşır, alçaklıkta eşi menendi görülmeyen, lağım çukurundan devşirdiğiniz dilinizle üzerine bok mu püskürteceksiniz… Yoksa gerçekten hiçbir bok olmadığınızı bile bile kendinizi bir “bok” yerine mi koyacaksınız… Nerde nasıl davranacağınız konusunda programlanmış olduğunuzdan bu vartayı da kolaylıkla atlatacağınızdan hiç şüphem yok. Yani “entele” yatacaksınız uzun sözün kısası… Kılık kıyafet, yürüyüş çalım… Yedi dağın arkasından kükrediğinizde bulvarlarda sizinle titriyor olacaktır… Gün sizin gününüz, haydi kolay gelsin,
---------------------------------- o ----------------------------------
BÖLÜM:3
İşte yine buradayım, merhaba… Voltaire benim peşimi ben de sizin peşinizi bırakacak değilim. Kaldığımız yerden devam… Şu “niyeti bozuk” adama bakın. Onaltıncı Lui tahta çıktığında çocuktur henüz ve ülkeyi kral adına Naip Philippe yönetir. Hani şu Marie Antoinette’in “halk ekmek bulamıyorsa pasta yesin” dediği hatunun kocası… Halk yoksulluktan bitap düşüp açlıktan kırılıp geçerken, naibimizin aklına harika bir çözüm gelir. Öyle ya, halk açlıktan kırılıp giderken koca kral yamağı naip oturup seyredemez ya, aklına dâhiyane bir çözüm gelir. Sarayın çiftliğinde sayısız eşek beslenmektedir ve naibimiz halkın açlığına kayıtsız kalmadığını göstermek için “çiftlikteki eşeklerin yarısının” satılmasını, böylece sarayın masraflarının düşeceğini el âleme ilan ederek “devlet adamlığının” parlak örneğini sergiler. Ertesi gün Fransız basınında Voltair’in demeci patlar: “ “Çiftlikteki eşekleri satacaklarına, sarayı eşeklerden temizlesinler”… Tabi malumunuz olduğu üzere Voltaire ertesi gün Bastille zindanlarındadır. Eşekliğin tarihini yazanlar Voltair’in “Saray Eşekleri” ile “Davar Eşekleri” arasında küçük nüans ayrımların olduğunu, Saray eşeklerinin babalarının Davar eşekleri olduğunu, Davar eşeklerinin saray eşeklerini sırtında taşımak için aralarında kıyasıya rekabete girdiklerinin, Voltaire’nin bu görüşünün bilimsel olarak ispatladığın yazarlar. Ancak, kuşkusuz mayanın her iki eşek cinsinde de aynı olduğu tartışmasızdır. Davar eşekleri saray eşeklerini sırtında taşıyarak kendilerine efendi yapmışlardır diyerek de “efendiliğin” tarihini veciz biçimde açıklamıştır. Voltaire’nin bu tespitleri bütün zamanların efendisi eşeklerin dikkatinden kaçmamış, sonunda müstahak olduğu zindanı boylatmışlardır. Siz siz olun aman eşek deyip geçmeyin, itaat esastır.
İşte size anlatmaya çalıştığım “adam olmazlığın” tipik örneği budur. Oysa elinde ne fırsatlar vardır, Allah herkese nasip etsin ama bu adam “adam” değil ki bunun kıymetini bilsin. Ulan sen Voltaire’nin, yellensen para, ün, şan, şöhret… Dünyada imanını, ahrette kuranını-pardon İncilini- istesene… Dünyalığına dünyalar kat, kiliseye git, papazlar kadar ağzın laf yapmıyor mu, lafın dinlenir, sözün ezberlenir… Şöyle bir “İncil’e bağlı dindar gençlik yetiştirmeliyiz” de. Söyle ki Bastille zindanına kapatılana kadar billur köşklerde dem sür. Üstelik öbür dünyan için Endülijans’ın cebinde, cennetin köşesinde bir İrem… Bizim gibi cennetten tapu almak için sıraya bile girmeyeceksin, tapun da hazır. Amma ve lakin yaşamın boyunca sergilediğin “adam olmazlığın” dik alası seninle gitmedi, o insanın başını belaya sokan mirasın ayrık otu gibi kaç yüzyıldır saraylıları tedirgin ettiği gibi sarayın eşeklerini de huzursuz etti… Tanrı taksiratını affetsin. Şimdi bu adamın “adam olmazlığının” yaşadığı çağ Fransa’sında “büyüyünce adam olacağı daha bebekken şeyinden belli olanlar da yaşamaktadır elbet… “İyi aile çocukları”… Bu realitenin sakın yalnızca Fransa ile sınırlı olduğunu düşünmüyorsunuz değil mi?. Elbette düşünmeyeceksiniz, o kadar da eşek değilsiniz ya… Başka başka diyarlarda yaşayan âdemoğulları huyları ve suları aynı olduğundan “adam olmak” ve “ adam olmamak” ikilemini birbirlerine kırmızı görmüş boğa gibi gözlerini kızartarak, meydan okuyarak ama asla el sıkışmayarak yaşaya gelmişlerdir. Mesela “Anamı şeeyt… Hayır duamı al” veciz sözünü sizi sıkmadan anlatayım. Ülkenin birinde iktidar erbapları durmadan vergi salarlar halka ve her vergi toplama işinden sonra halkın arasına danışmanlarını gönderirler ki halkın nabzı ölçülür. Buğdayın yarısı alınır… Tepki yok, memnuniyet göklerde uçuyor. İki öküzden biri alınır, tepki ne kelime… “Padişahım çok yaşa, kralımız çok yaşa”… Bulgur bölünür, bulamaç bölünür, sofraya koyacak zeytin kalmaz, peynirin adı unutulur… İki çarıktan birisi, üç sırıktan ikisi… Tepki yok, yok, yok… İktidar erbapları işkillenmeye başlarlar. İki yakayı birbirine bağlayan köprünün her iki başına birer ızbandut koyarlar. “Geçenden beş akçe, geçmeyenden on akçe”… Vermeyen yoktur ne kelime, verdikçe hoşlanırlar… (Sakın yanlış anlamayın, yani akçeleri verdikçe demek istiyorum). Bu kez köprünün başındaki ızbandutların görevi değiştirilir… Köprünün her iki başından girenler kadın, erkek, kız, çocuk, yaşlı denmeyecek ve “düzülecektir”… Izbandutlar iş başında… Terin suyun içinde kalırlar, ağır işçilik ne de olsa… Köprübaşları bayram yeri… Millet ızbandutların önünde sıraya girerken izdiham yaşanır… iktidar erbapları yeniden danışmanlarını gönderir ki “gidin bakın bakalım, bu sefer tepki nedir?... O da nesi? Danışmanlar pür telaş… Padişahın/kralın önünde tir tir titrerler… Kral, keyfi yerinde “hah der, bu sefer oldu”… “Kralım” derler, ahali size uzun ömür diliyor ama bir şikâyetleri var”
—Nedir, söyleyin bakalım.
— Derler ki kralımız efendimize Allah uzun ömür versin, bu uygulamayla bizi ne kadar düşündüğünü anlıyoruz ve kendilerine dua ediyoruz. Ancak bir şikâyetimiz var.
—Danışmanlar şikayet merak ederler.
— Kralımız lütfetsin, gördüğünüz gibi köprünün üstünde izdiham yaşıyoruz, sırasını savan yeniden sıraya giriyor, çok bekliyoruz, sıra gelmiyor. Şu köprübaşındaki ızbandut sayısını birkaç katına çıkarsa da beklemesek… Öyle makbule geçer ki… (Demek ki bir kez vermeye başlayınca arkası da geliyor). Bu gelenek arkaik ve modern çağın genel geçer ahlakına damgasını vurmuştur. Gördüğünüz gibi millet anasını “şey edenden” hayır duasını eksik etmiyor… Bunun günümüz Türkçesindeki veciz söyleniş şekli “Anamı “şey et” ki hayır duamı alasın.“Adam olmanın” nereden geçtiğini anladınızsa ben görevimi yaptım demektir. Olası tuzaklara düşmemeniz için “adam olmazlığın” da bir örneğinden bahsetmek gerekmez mi –ki size ders olsun-.
İlk çağların bütün iktidar gücü kimin elindedir ”… Tanrıların… En büyük iktidar gücü kimdir”… Tanrı Zeus… Olimpos sakini… Dizginlenemez, gem vurulamaz bir hırs, çirkin bir bencillik, hırs ve çıkar… (Adam olmanın kutsal kaynağı: Çıkar, hırs, bencillik, ihtiras…) Yer gök, toprak deniz, yağmur rüzgâr… Zeus her şeydir ve her şeye hükmedendir. (Burada Güray Öz devreye girip, lafı ağzımdan alıyor).
Zeus, ırmakların tanrısı Asopos’un güzel, ay parçası kadar güzel kızı Aygina’yı görür de durur mu?. Lâkin karısı Hera az melanet değildir ama Zeus onunda bir çaresini bulur elbette. Kartal kılığına girerek Aygina’yı kaçırır. Hera numarayı yuttu ama Zeus’un kartal kılığına girerek Aygina’yı kaçırdığını Sisifos gördü. Sisifos, efsanede hani, mızraklarıyla, yarı tanrılarıyla, kılıçlarıyla fethedemedikleri Troya’ya tahta at hilesiyle giren Odysseus'un babasıdır. Sisifos, kızını Zeus’un kaçırdığını Asopos’a söylemekle tanrılar tanrısı Zeus’un gazabını üzerine çeker ve Zeus Sisifos’un üzerine karanlıklar tanrısı Tanatos’u gönderir. Sisifos daha kurnaz davranarak Tanatos’u bir mağaraya kapatır ve zincirler… ( Şimdi sizin, “oh be karanlıklar tanrısı ait olduğu yerde zincirlendi, hayat daha bir güzel, yaşam daha bir aydınlık mı” diyorsunuz… İşte “adam olmazlık” da burada başlar… Oysa “ Tanrıdır, ne yapsa yeridir” derseniz, geleceğin parlak, istikbaliniz açıktır demektir). Neyse, gelelim meseleye… Her şeye kadir Tanrı Zeus durumdan haberdar oldu ve Tanatos’u mağaradan çıkarıp o “kutsal” görevine yeniden döndürür. Sisifos’u da ölüler ülkesine gönderir. Sisifos’un cezası bununla bitmez. Ölüler ülkesindeki en yüksek tepenin tabanındaki dev büyüklüğünde bir kayayı tepenin başına çıkarmaya mahkûm eder. Sisifos kayayı tam tepenin başına çıkardığında Zeus tanrısal gücünü kullanarak tekrar tepenin dibine yuvarlar. Sisifos’un azabı yıllar yıllar sürer gider. Sisifos kayayı tepeye çıkaracağına ilişkin inancını hiç yitirmedi, yalnız yüzüne oturan keder alnındaki çizgileri derinleştirdi… Derler ki insanoğlunun yüzündeki çizgilere şekil veren keder Sisifos’tan kaldı…
İmdi… Kimsiniz siz?... Sisifos mu?... Hayır, değilsiniz. Öyleyse niçin sular menevişleşmiyor, toprak niçin ayaklarımızın altında bir ölü gibi cansız… Bu tomurcuk niçin patlamaz, bu güneş niçin doğmaz, niçin hala Onbeşine basmamış kızlarımızın oğlanlarımızın dudaklarından yanık türküler eksilmez… Ya Sisifos olacaksınız tanrı Zeus’a karşı, ya da katlanacaksınız “ananızı şeydenlere”, “hayır dualarınızı” eksik etmeden. Karar sizin… O halde aynalardan uzak durun.
Saray eşeklerinin omzuna bineceği davar eşekleri başka türlü nasıl daim olabilirdi ki…
---------------------------------- o ----------------------------------
BÖLÜM:4
Ona göre bütün bunların sebebi sendin. Nerden girmiştin yaşamına, karşısına nereden çıkmıştın. Nasıl bir boşluğunu bulmuştun da, gül gibi sürdürdüğü "laylay lom" yaşamını alt üst etmiştim. Valla öyle pek yakışıklı da sayılmazdın, hani şöyle ne dal gibi upuzun bir boyun vardı, ne de ne atletik yapılıydın. Şöyle saçlarını "James Dean" gibi tarayıp, yürüyüşünün hayranlığına kapılan kızları pencerenin önüne dikip "ah ettiren" bir yürüyüşün de yoktu. Kara kuru biriydin işte. Saçlarını hiç taralı görmemişti, çünkü saçlarını tarayacak kadar hiç uzatmazdın, kısacık kestirirdin hep. Üstün başın eski püskü, özensiz. Sırtında hep o siyah kaban... Sen üstelik sorunlu biriydin bana göre... Yazın bu sıcağında millet nefes alamazken sırtında ya bir ceket, ya bir parka... Seni hiç yazlık, kısa kollu bir gömlekle, tişörtle görmedim... Aklından zorun olmalıydı, delinin biriydin galiba. Öyle pek konuşkan birisi de değildin, sorulmayınca cevap verdiğin olmazdı. Seni öğrenci hareketinden öylesine tanırdı, yüz yüze gelip bir kez bile merhaba dememiştiniz birbirinize. O bütün yaşamın değirmen taşının parçalayıcı gücüne direnen başak taneleri gibi "olmakla olmamak" arasında sıkışıp kalındığı günlerde ayan beyan yaşamına ortada olan yaşamına karşın sende var olduğuna inandığı giz perdesini çözdükçe tedirginleşiyor, hırçınlaşıyordu. Bütün bunların sebebi sen ve yanındaki bir avuç arkadaşındı.
Elinden gelse, gücü yetse gırtlağını sıkardı, bir kaşık suda boğardı seni. Neydi öyle mitingler, forumlar, koşuşturmalar... Senin başka işin yok muydu be adam?... Sen ve şu yanındaki birkaç kişiyle o dalga dalga, yığın yığın insan kütlesini mıknatıs gibi nasıl çekiyordunuz kendinize de o mahşeri kalabalıkları meydana yığabiliyordunuz... Ne yapmaktı niyetiniz, ne yapmak istiyordunuz? Bak sizin yüzünüzden okullara da gidilemiyordu, caddelerde yürünemiyordu. Allah kahretsin koca şehirde şu daracık yurtlar civarına sıkışıp kaldığımız yetmiyormuş gibi, sosyal yaşamımız da bitti. O danslı, eğlenceli günler ne kadar geride kaldı. Okula gidip geliyordum, iki yıl sonra da mezun olacaktım. Sonra mutlu bir evlilik, çoluk çocuk... Hepsi bitti, bütün hayallerim suya düştü. İyi de ben sizin içinizde, aranızda ne arıyordum ki, doğrusu ben sürtündüm. Sana takmıştım, senin o burnundan kıl aldırmaz tavrını hiç sevmedim. Seni peşimden koşturmayı bilirdim. Ne yalan söyleyeyim içinize karışışımın nedeni buydu... Dur bakalım el mi yaman bey mi yamandı...
Zafer çarşısının önünde karşılaştığınızda merhabalaştınız, çay içme teklifini "nazikçe" reddetmene çok bozulmuştu... Peşinden bunca koşturan birileri hiç eksik olmazken bu senin, görmezlikten gelmen, burnunun havadalığı da neyin nesiydi... Acaba bir sevgilin vardı da onun için mi yüz vermiyordun ona, dönüp bakmıyordun. Ama ne yurtlarda, ne mitinglerde, ne de o afiş asma bildiri dağıtmalarda da senin yanında sevgilin gibi yakın davrandığın birisini görmemişti. Nedenini pek bilmese de bir şeyi teslim etmesi gerekiyormuş: Kızlı-erkekli arkadaşların seni çok severlermiş, ama o buna bir anlam veremezmiş seni bu kadar sevmelerine. Senin peşine takılışının sebebi buymuş. Önce seni kendine "ram etmek" sonra da sana bunun hesabını sormakmış bütün muradı.
—Gülüyorum. Peki diyorum muradına erdin mi? Onu tavlayabildin mi?
—Hayır, sadece başlangıçta bir oyun olarak kurduğum girdaba daha fazla kapıldığımı hissetmeye başladım, onu tanıdıkça adeta beni kendine çekiyordu. Ayaklarımın yerden kesildiğini hissediyordum, Hem mutluydum hem tedirgin. Onu çözemiyordum. Artık kitlesel eylemlerin içindeydim, çatışmaların, yürüyüşlerin, mitinglerin. Onu daha sık görmekten başka bir amacım da yoktu. Öyle devrim filan beni ilgilendirmiyordu. Daha doğrusu neydi, ne isteniyordu bilmiyordum bile. Üstelik babam sağcı bir partinin de milletvekiliydi, bizim bu kültürle bir ilişkimiz olmadı ki hiç. Bütün bize söylenen komünistlerin Rus uşaklığı, sermaye düşmanlığı idi, diktatörlük kurup bizi esaret altında yaşatacaklarıydı. Karşı gelirsek de topumuzu öldüreceklerdi. Öyle yetiştik.
—Babanızın milletvekili olduğunu biliyor muydu?
—Hayır, zaten onu tanıyıncaya, yani fırsatını bulup onu bir çay içmeye ikna edinceye kadar bir yılı aşkın zaman geçti, bu süre içinde değil konuşmak, sohbet etmek yanına yaklaşamadım bile. Onu tanımaya başladığımda da babamın sağcı bir partinin milletvekili olduğunu öğrenecek diye ödüm koptu, öyle bir hınçla dolu ki, beni bir daha görmek istemeyeceği kesindi, söyler miyim hiç.
— Seninle ilk ilgilendiği, daha doğrusu mendile ilk ilgilendirdiğin olayı hatırlıyor musun, bahsetsene...
— Tamamen bir tesadüf... Yok, öyle hınzırlık etme, onu "kötü emellerime" alet ettiğim bir bir tesadüf değil bu. Hukuk Fakültesinin arka bahçesinde güneşleniyorduk, ilkyaz. Sıcağın kendini hissettirmeye başladığı bir gün. Eğitim Fakültesi tarafından üstümüze kurşun yağdırıyorlar. Birkaç arkadaşıyla o tarafa koşturdular, çatışma başladı. Hukuktan, yurtlardan çatışmayı duyanlar o tarafa doğru koşturuyorlar, ben de onların içindeyim. İlk kez yakından tanık olduğum bir çatışmaydı, yüreğim ağzıma gelecek sandım. Faşistlerin kaçışmaya başladığını gördüm. Sanki polisler hazırmış gibi bu kez başladılar onlar ateş etmeye. Gerçi daha sonraki olaylarda polisin faşistlerle birlikte hareket ettiğine birçok kez tanık olacaktım ama bu ilkti, şaştım kaldım. Herkes kaçmaya başladı, ben ne tarafa kaçacağımı bilmiyorum, paniğe kapıldım, ayağım kayıp düştüm. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilmiyorum. Ansızın kolumdan kapıp aşağıdaki hendeğe yuvarladı beni, kendi de indi, o karşılık veriyor. Bir ara ateş kesilir gibi oldu yeniden kolumdan tuttuğu gibi adeta sürüklüyor beni. Ne kadar koştuk hatırlamıyorum. Kurtulduk, ikimiz de nefes nefeseyiz. Bir taksiye binip Kızılay’a geldik. Beklememi işaret etti. Bir yere girip çıktı, sanırım silahını bıraktı. "Çay içer misin" dedi. Durur muyum lafı yapıştırdım hemen. "Sen çay içer miydin".? "Özür dilerim" dedi" "çatışmanın ortasında kaldın, vurulabilirdin, seni hendeğe itmek zorunda kaldım". Benimle ilk konuşması, daha doğrusu ilk konuşmamız buydu. Benim ödüm patlamıştı ama sanki sıradan, günlük, yaşadığı bir olaymış gibi oralı bile değildi. Ona göre ortada olağanüstü bir durum da yoktu, faşistlerin kurşununa, o da yetmezmiş gibi polislerin kurşununa karşı sanki şerbetliydi, vurulma korkusunun, öldürülme endişesinin izi bile yoktu yüzünde. Bir yandan elim ayağım titriyor, bir yandan fırsat kollayıp onu konuşturmaya çalışıyorum. Üst üste çay söylüyorum, bir bitmeden diğeri geliyor çayların. Durmadan soru soruyorum. Dinlermiş gibi yapıyor ama kafası başka yerde. Hiçbir soruma cevap vermedi. Ansızın kalktı, "işim var" dedi, "gitmem lazım".
"Ben seni beklerim" dedim. Ters ters yüzüme baktı, "hayrola" der gibi başını salladı. Hiçbir şey demedi, kapıdan çıkarken bağırdım, "seni bekleyeceğim". Nasıl bir şaşkınlık içindeyim, bir yandan vurulabileceğimi, öldürülebileceğimi düşüncesi yakamı bırakmıyor, kurdeşen olacağım nerdeyse, bir yandan hayatımın en güzel günü. Kolumdan tutuşu, beni itekleyişi, benimle konuşması... Anlamadığım bir şey var, aptal değil, bön değil. Zeki birisi. Ama ölüm karşısında bu kadar soğukkanlı oluşu... Hatta düşünebiliyor musun, galiba çay içtiğimiz kahve sık sık gittiği yer olmalı, orda birilerine takılıp espri, şaka bile yaptı. Öyle güzel gülüyordu ki... Dalmıştım. Zaten tanımadığım bir kahveydi, gerçi kadınlı-erkekli insanlar vardı ama benim içlerinde bir tanıdığım yoktu, insan yalnız kalınca düşüncelere dalıyor. "Merhaba" dediğinde başımı kaldırmamla onu gördüm. Boyuna atılmamak için kendimi neredeyse zincirledim. O çok ciddiydi, ben de ciddi olmalıydım. Öyle ya bir şaka filan yapsam beni belki de "kötü kız" sanabilirdi. Ona ulaşmak için ilk köprüyü kurmuştum. Kalktık, yürüdük. Epeyce yukarılara çıktık. Ben yorulmuştum ama hiç çaktırmıyorum. O durmadan yürüyor. Aşağı ayrancının girişine geldik, Halkevlerinin bir bahçesi varmış, ben bilmiyorum. "Güvenilir bir yer" dedi, yorulmuş olmalısın, oturalım. Bahçe çok kalabalık, girdik. Bir yer bulduk. "Çay" dedi, iki parmağı ile işaret ederek. Birkaç kişiyle selamlaştı. Birilerine bir şeyler söyledi yavaş sesle, duymadım. Konuştuğu kişilerin baş işaretiyle söylediklerini onayladıklarını anladım. Takip eden günlerde artık onun çantası gibiydim, sürekli yanındayım, artık o da beni yadırgamıyor. Garibim benden kurtulmak istese bile bırakacak olan kim. Onu tanıdıkça şaşkınlığım ona hayranlığa dönüşüyor. Gözü yeni açılmaya başlayan kedi yavrusu gibiyim. Çevreme bakıyorum, arkadaşlarıma, aileme, komşularıma. Bana kur yapan erkek arkadaşlarıma, yaşadığımız dünyaya, hayata... Beni pazarlıksız bir başka dünyanın atmosferine çekip alıyor. Arkadaş çevresiyle tanışıyorum kızlı erkekli. Forumlarda, mitinglerde konuşmalarını dinliyorum, birlikte bildiri dağıtıyoruz, afiş asmaya çıkıyoruz. Bu eylemler genellikle ya faşistlerin ya da polislerin saldırısına uğruyor, artık niye "saldırıya uğradığımızı" biliyorum. "Uğradığımızı" diyorum, çünkü artık ben de devrimciyim ve düzene karşı mücadele ediyorum. Koşuşturmalardan zayıfladım, eve geç geliyorum. Babam pek evde yok, annemin yüzünden düşen bin parça. Banyoya girdiğimde çantamı kurcalamış, bildiri bulmuş. Avucunda buruşturup yüzüme fırlattı, "ne haltlar karıştırıyorsun". Hiç sesimi çıkarmadım. Durmadan söyleniyor, aldırış etmiyorum. Salondaki tartıyı gösteriyor, çık da bir tartıl diyor. "şu haline bak bir deri bir kemik kaldın". "Sizin teraziniz şimdiye değin beni bir et-kemik yığını olarak gösterdi, başka terazilerde tartıldım da üstümdeki fazlalıkları attım" . " Bu çantandaki bildirileri baban görse yüreğine iner" diyor annem. "Aman Anne” diyorum, keşke bir yüreğiniz olsa da inse. Onca genç sokak ortasında öldürülürken ağzınızdan bir kez olsun ne oluyor lafı çıkmadı. Ununuz kuru, tuzunuz kuru. Dünyayı sırf kendinizden ibaret saydınız. O bildirileri burnumun ucuna dayayıncaya kadar okumayı deneseydin, belki anlamaya çalışırdın. "Bak anne" diyorum, "Şatonuzda rahatsınız, ekmek derdiniz yok, aş derdiniz yok. Ama dışarıda öyle bir ateş tutuşuyor ki inanın bu şatoyu başınıza yıkacak. İnşallah bu enkazın altında kalmazsınız. "Bu kıza da ne oluyor" der gibi yüzüme bakıyor Annem.
"İnsanlık bu ayıptan bir gün mutlaka kurtulacak" diyorum, "çorbada tuzumuz olsun".
---------------------------------- o ----------------------------------
BÖLÜM:5
Mevsim yaz olmasına yazdı ama havalar hiç de yaz havası değildi. Gündüz durmadan yağan yağmur akşama tatlı bir serinlik bırakırdı. Onunla sahil kenarında sarmaş dolaş yürürken birbirimize sımsıkı sarıldığımızı, ellerimin hep onun avuçlarında olduğunu, yarısını esintinin alıp götürdüğü yarı anlaşılır, yarı anlaşılmaz sözcüklerle kulağıma güzel şeyler fısıldadığını hayal eder, o anı yaşarcasına gözlerimi kapatır öylece kala kalırdım. Onu görememenin dayanılmazlığı anlatılır gibi değildi. Küçük Esat caddesinden kestirme giderek Seyran Bağları yoluna sapıp Ankara TED Kolejinin önünden yurda yöneldim. Gerçi sık sık bu mıntıkanın faşistlerin işgalinde olduğunu, beni kendisiyle gören faşistlerin beni tanıyacağını saldırıya uğrayabileceğimi, buralarda asla dolaşmamam gerektiğini tembihlerdi ama… Sanki her gün el ele tutuşup gezintiye çıkıyorduk da faşistler beni tanıyacaklardı! Hepi topu yurtta yanına geldiğimde çay içerek ayaküstü sohbet etmeye bile fırsat bulmadan bir yerlere giderdi. Onu tanıdığım sürece hep bir yerlere gitti. Ne gündüzleri ne de geceleri sabit bir mekânı olmadığını hatırlıyorum. Her neyse, Kolejden yurda doğru yöneldiğimde Ankara Hukuktan Kızılay yönüne doğru sloganlar ve marşlar eşliğinde, giderek büyüyen kalabalık bir kitlenin geldiğini gördüm. Uzaktan “Kahrolsun Faşizm” sloganları işitiliyordu. Kurtuluş Parkını arkama alıp kalabalığa doğru yürümeye başladım. Gözlerim onu arıyor. Kalabalıkla birbirimize epeyce yaklaştık. Hacettepe yönünden Kurtuluş Lisesi yönüne doğru nereden geldiklerini anlayamadığım sivil giyimli bir grupla resmi elbiseli polisler kalabalığa ateş etmeye başladılar. Herkes panik halinde kaçışıyor, ayağı kayanların, düşenlerin, ezilme tehlikesi geçirenlerin, özellikle kızların, vurulanların, canhıraş bağırtılar yeri göğü inletiyor. Kapaklandığım yerden başımı bile kaldıramadım. Kurşunlar vızır vızır geçiyor, acaba vuruldum mu diye elimi bacaklarımda, karnımda, kollarımda gezdirip iki de bir kan izi var mı diye her defasında elime, parmaklarıma bakıyorum. Kitle geri çekildikçe ateş edenler onlara doğru ilerliyor. Bulunduğum yerden uzaklaştılar. Korkuyla irkilerek ayağa kalkıp çatışma bölgesinin dışına, yurtlara doğru koşmaya başladım. Bir ara gözüme çarptı. Duvarı siper almış, bir yandan ateş edenlere karşılık veriyor, bir yandan arkadaşlarını ateş hattından çıkarmaya, kaçırmaya çalışıyor. Sonra gözden kaybettim. Acaba vuruldu mu, öldürdüler mi onu. Çıldıracağım galiba. Evet diyorum, öldürdüler onu. Onca ateşten nasıl kurtulabilirdi ki… Gözümün önüne cesedi geliyor. Alnından vurmuşlar. Yüzüne doğru incecik akan kan, boyunda yer yer kırmızı noktalar oluşturmuş gibi. Başka hiçbir yerinde bir kan izi yok. Yanına geliyorum. Yaklaşamıyorum polislerden. Ceplerini arıyorlar kimliğini kontrol etmek için. İçimden bağırmak geliyor, “dirisini teslim alamadınız, ölüsü de teslim olmayacak”. “Bulamayacaksınız diyorum, onun kimliğinde yazılı adı bütün arkadaşları, bütün yoldaşları, o tek bir kişi değil ki… Sırtüstü uzanmış, yatıyor sanki. Gözleri açık. Onun kendine has gülümseyişiyle bana bakıyor. Tanrım diyorum bu nasıl adalet, bu adalet sana mı ait? Bu mevsimde ölmek nasıl bir şey. “Haziranda ölmek zor”… Hasan Hüseyin’in bu dizesini okumuştu birkaç kez bana… Öldürüleceğini biliyordu da onun için mi bana bu dizeyi birkaç kez okumuştu.. İrkilerek kendime geldim. Evimizin olduğu sokağı epeyce geçmişim. Eve girdiğimde annem şaşkın şaşkın yüzüme baktı, “ne oldu dedi, sapsarı geçmişsin”. “Yine mi tartıştınız”. Ne diyorsun, kiminle der gibi yüzüne baktım. İçinde bulunduğum ruh halimin yüzüme yansıyan ifadesinden sevdiğim insanla tartıştığım sonucuna varmıştı annem. “Git başımdan” der gibi bir el işareti yapıp salona geçtim. Babam ve diğer kız kardeşim salondalar. Babam “yine çatışma çıkmış” dedi. Nefesimi tutup spikerin ağzından çıkan her kelimeyi anlamaya çalışıyorum. “Çatışmada, içinde filanca üniversite öğrenci derneği başkanının da olduğu üç kişi öldürüldü”… O güne dek aramız hep mesafeli olan babamın boyuna sarıldım, ağlarken içim dışıma çıkacak. Aileden hiç kimse bir anlam veremiyor. Annem, Babam, kardeşim paniğe kapıldılar, ne yapacaklarını şaşırdılar. “Baba lütfen beni götür”…Babam şaşkın, anneme bakıyor, annem babamı sakinleştirmeye çalışıyor. “Tamam, kızım götüreyim, nereye istersen”… “Baba lütfen savcıyı ara, emniyeti ara”. Babamın paniği artıyor, “ ne oldu kızım…kızım.. kızım… Gerisini duymuyorum. Başımdaki bağrışmalar sadece bir ses uğultusundan ibaret. Yığılıp kalmışım babamın kucağına… Şimdi o sırt üstü uzanıp yatışı, yüzünden boynuna ince bir çizgi gibi akan kan, gülümser gibi bana bakışı daha net gözümde, öylesine canlı ki elimi uzatsam ona dokunabilirim. O yaşarken söyleyemediğim güzel şeyleri fısıltıyla söylesem duyacak gibi canlı. Doktorun tansiyon aletini koluma takmışlar, alnımda annemin ıslak bezi… Kendime geldiğimde herkes başımda… Babamı ilk kez bu kadar müşfik gördüm, sesisin sıcaklığını ilk kez bu kadar yakından hissettim. Başımı babamın göğsüne yasladım “Ne oldu kızım” dedi. “Baba arkadaşımı öldürdüler”… Babamın sağcı bir partinin milletvekili olduğu, bu olaylarda hep solcuları suçladığı umurumda bile değildi. Babam sanki olayın faili imiş gibi irkilerek geri çekildi… Devam ettim. “İzlediğiniz haberlerde öldürülen benim arkadaşımdı”… Annem suratını asıp kaşlarını çattı. Olayı sanırım şimdi anlamıştı. Öldürülen arkadaşım annemin çantamda yakaladığı bildirileri bana veren arkadaşımdı ve anneme göre babamın bunu duyması bilmesi onun başını ağrıtacaktı. Babam pek kestiremediğim bir ruh haliyle “şimdi öğreniriz” deyip telefonun bulunduğu koridora çıktı. Onbeş yirmi dakika sonra geldi. Cesetleri Hacettepe Hastanesi morguna kaldırmışlar dedi. Bunu söylerken bile kızının acısını yüreğinde taşıyan bir babaydı, o katı, çocuklarına mesafeli adam değildi o an. İstersen gidelim dedi. Babamın bu tavrına en çok annem şaşırdı. Üstümü başımı toplamak, saçımı başımı düzeltmek kimin aklına gelir, babam koluma girerek yürümeme yardım etti. Morgun kapısına geldiğimizde boğulduğumu hissettim, nefes alamıyorum. Kapı açılınca karşıma çıkacak, hayır ölüsü değil, kendisi. Sarılacak bana, “seni endişelendirdim mi?”… Kapı açıldı, görevli tabutları çıkarıp bize gösteriyor… Bu değil, bu değil, bu değil… Görevli çatışmada ölenler bunlar dedi, başka yok. Sanki başkalarının da olması gerekiyormuş gibi… Sevinçle üzüntü, heyecanla panik, şaşkınlıkla sakinlik bu kadar birbirine yakın mıydı, böylesine iç içe miydi, o anki duygularımı bu gün bile tanımlayamıyorum… Aile bireylerinin sık sık bazen açıkça bazen kapı aralığından, anahtar deliğinden beni izlemeleriyle sabah oldu… Bir ara babamın anneme “sevgilisi miydi” dediğini duydum, annemin ne cevap verdiğini duymadım. Sabah erken saatte yurda geldiğimde onun yanında gördüğüm kızlar karşıladı beni… Uzaktan gelen bir misafire gösterilen itina ve özenle kolumdan tutup kantine götürdüler, birisi sandalye getirdi, birisi çay getirmek için koştu… Kimse konuşmuyordu… İçlerinden hafif tombul olan kız “Baban milletvekiliymiş” … Sözünü kestim, “arkadaşlarımızı Hacettepe hastanesinin morguna götürmüşler, gittik üçünün de tabunu açtılar ama o değil… Benden bir şeyler gizliyorlarmış gibi gözaltından birbirlerine bakıyorlardı, dayanamadım, “bilmediğim bir şey mi var” dedim. Birisi söylesem mi söylemesem mi tereddüdüyle “akşam haberlerde onun öldürüldüğü”… Başımdan gövdeme, gövdemden ayaklarıma doğru kanımın çekildiğini hissettim, dilim tuz yalamış gibi, ağzımın içinde dönmüyor. Sadece baş işaretiyle ve olanca inandırıcılığımla “yok” dedim. “ Yok” derken inandığım için değil, inanmak istediğim için öyle söyledim. Başımı kaldırdığımda kızların üçü de fotoğrafta donmuş göz ifadesiyle kapıya bakıyorlar. Birsi ok gibi fırlayıp kapıya koştu, başımı çevirdiğimde kapıdan giren oydu. Bütün heyecanımı gizleyerek yanına koştum, boynuna atılmak için göğsüne kadar yaklaştım. Kendimi toparlayıp “merhaba” diyebildim… Gözümün önünden yıldırım hızıyla asfaltın ortasında alnından kan sızarak yatışı, bana bakarak gülümseyişi geçti gözlerimin önünden. Diğer iki kız da onu kucakladılar, “bizi çok korkuttun” dediler. Gözlerine bakıyordum, “bir kucaklayabilsem onu”… Beklememiştim, geldi sarıldı bana… Fısıltıyla “çok korktum” dedim, güldü. Kızları neden çok korkuttuğunun hala farkında değildi ama ortada olağan olmayan bir durumun varlığı da kendini her halinden belli etmişti. Kızlar, “akşam haberlerinde senin çatışmada öldürüldüğün söylendi” dediler. Tedirgin oldu, “ben de bir şey yok, diğer arkadaşlardan haber var mı” dedi. “Gece hastaneye gittik babamla dedim, üç kişi vurulmuş”… “Kalkıyorum” dedi. Kızlar engel oldular gitmesine, polis onu arıyordu, orda yakalanabilirdi. Biz dört kız gittik, hastane tanıdığımız aile dostumuz bir doktordan ölenlerin kimliklerini öğrenip döndük. Ölenlerden biri onun çok yakın arkadaşıymış, kızlar söylediler. Bunu ona nasıl söyleyecektik, kimse bir şey demedi. Biz yurda geldiğimizde kantinde yoktu, Hukuk binasının arkasındaki tenha yerde sırtı bize dönük ayakta dikiliyordu. Yanına yaklaştıkça hıçkıra hıçkıra ağladığını gördüm. Ne demeliydim, nasıl teselli etmeliydim onu, kendimi öyle çaresiz hissettim ki… Onu tanıdıkça şaşırdım, çözmeye çalıştıkça ben kördüğüm oldum. Bir yanıyla sert, haşin, kendini beğenmiş, burnu havada biri. Öbür yanıyla öylesine hassas, öylesine kırılgan ki… Tesadüfen rast geldiğim birkaç çatışmada gördüm onu, sanki bir kaplandı, öyle çabuk hareket ederdi ki, onu izlerken kaybederdim. O gün o yıpratıcı, yorucu günün ikindisinde yurtlara geldik. Bağırıp çağırmaya başladım, “ya ölseydin” dedim. “Ne fark eder ki dedi, ölenlerde benim bir parçam”. Belki sıra bir gün bana da gelir”… Gözleri buğulanıyor, uzun bir sessizlik giriyor araya, ikimiz de konuşmuyoruz. Sessizliği bozan ben oluyorum.
—Görüştünüz mü hiç onunla?
Hayır diyor. Çevresinden tanıdığım bir iki kişiyle karşılaştık. İlk fırsatta onu sordum. Sağlığını, filan. Evlenmiş, bir oğlu varmış.
—Sizi görüştürebilirim
— Görüşmez ki diyor, görüşmek istemez. Ben onun savaştığı, nefret ettiği düzenin bankasında üst düzey yöneticiyim, üstelik bunu ben istedim, kendim teslim oldum. Keşke hayatı otuz küsur yıl geriye götürebilseydim, bu kirliliğin içinde bulmazdım kendimi…
---------------------------------- o ----------------------------------
BÖLÜM:6
“Bunu yazmalısın” dedi, “belki hepimiz biraz utanmayı öğreniriz. Yaşarken yerine getiremediğimiz sorumluluğu ölürken de yerine getirmedik, son nefesinde bile yalnız bıraktık”.
Söz dedim yazacağım, utanacak yüzü olanlar için.
Onun yaşamının bir kesitine ilişkin anlatılanlardan tuttuğum notlar:
O senenin baharı ya da yazın ilk ayları olmalıydı. Kumru bana epeyce alıştı, artık kaçmıyor. Kaçmıyor ne demek, yazın kışın dört mevsim açık tuttuğum pencereden içeri giriyor, dolaşıyor, omzuma konuyor, büronun içinde uçuyor, geziniyor… Bir yandan masanın başında günlük işlerimi yapmaya çalışırken, bir yandan göz ucuyla onu izliyorum. Bir hamle daha yapıp, pencereye sıçrıyor. Göz göze geliyoruz. “Seni eğlendirdiğim yeter” der gibi bir kanat çırpışıyla neredeyse ağaçlaşmış, boyu büronun tavanına değen kocaman çiçeğin dalına yaptığı yuvasına giriyor. Büroda yalnızım. Zil çaldı. Bir arkadaşımın eşi. Birkaç ay önce evlerine gittiğimde görmüştüm, daha öncesi tanımıyorum. Buyur ettim, yer gösterdim. Sebepsiz gelmezdi, onu sebepsiz “çat kapı” gelecek kadar tanımıyorum da samimiyetim de yok. Bütün özelliği arkadaşımın eşi olması. Arkadaşım hastaydı… İçimi bir sıkıntı bastı, gözüne baktım. “Öldü” dedi, üç hafta oluyor. Donakaldım. Dilimde sözcükler düğümlendi, tek bir kelime edemedim. “Ölmeden önce seni görmeyi çok istedi, birkaç kez seni arattırdı, telefonun cevap vermedi…” Yüzüne takmaya çalıştığı “çok üzgün” ifadesi bana oldukça iğreti geldi, inandırıcı değildi. “Hoşça kal” dedi çıkarken. “Yenge çocukların ya da senin bir ihtiyacınız olursa…” Çıkıp gittiğini fark etmedim bile. Ondan sonra da bir daha ne telefonla ne de yüz yüze görüşmedik.
Aynı geleneğin savunucularıydık ama farklı siyasal örgütlenmelere mensuptuk. Onu dışarıda, gerek kitle eylemlerinden gerekse antifaşist mücadelenin farklı alanlarından tanımıyorum. Tanışma yerimiz cezaevi… Ne zaman tutuklandı bilmiyorum. Aklı-evvellerin “karıştır-barıştır” uygulamasıyla aynı koğuşa düşmüşüz. İnce, zarif bir yapısı var. Boyu olağandan daha uzun. Yani koğuştakilerin hepsine tepeden bakacak kadar uzun boylu. Tosuncuklarla tabak savaşının her defasında bir yerlerinden yaralanıyor. Uzun boyu nedeniyle saldırılarda manevra kabiliyeti zayıf kalıyor. Aramızdaki mesafe kısa sürede kalktı, yakınlaşmaya başladık. Sayımlarda yan yanayız ve benden sonraki numara onun. Ben on yedi, o on sekiz. Cezaevinde direncimizi kırmak için olmadık, akla hayale gelmedik yola başvuruyorlar. Günlük sıra dayağı, olur olmaz gerekçelerle baskınlar, avazınızın çıktığı kadar bağırmaya zorlanmalar, falakaya çekilmeler, hamamda ıslatarak dövmeler, hakaret ve küfürler sıradan ve alışık olduğumuz uygulamalar. İşkence dayak neyse de şu sayımlarda, yemek alımlarında, marş söylemelerinde, rap raplarda olur olmaz bir yığın aptalca şeylerde şu komut vermeler, şu avazımız çıktığı kadar bağırmaya zorlanmalar yok mu?... En çok onurumuza dokunan durum bu. Kaldığımız koğuşta “bağırmama” kararı aldık. Kimse bağırmayacak. Belki birkaç gün üzerimize gelecekler, işkenceyi artıracaklar ama sonunda pes edecekler… Böyle düşünüyoruz. İlk direnişi sabah merasiminde, yemek duasında gerçekleştiriyoruz. Herkes normal konuşma sesiyle konuşuyor. Nöbetçi askerin sinirden şakak damarları geriliyor, sesi çatallaşıyor. Tehditler, küfürler… Kimse tınlamıyor, herkes karara uyuyor. Bizim sayımızdan az olan tosuncukların kendilerini paralarcasına bağırmaları da durumu kurtarmaya yetmiyor. Derken nöbetçi subay geldi… Tehdit etti bizi, “gösteririm size” der gibi başını sallayarak gitti. Ben daha önceki koğuşta “tünel kazma” sabıkalısıyım ve bu koğuşta da gözetim altındayım. Benim dayak yemede zaman sınırlamam yok, beni gelip gidip çarpmaları için bir sebebe de ihtiyaçları yok tabi. Akşam sayımı için yerimizi aldık. Tek sıra diziliyoruz. Herkes normal sesle bir, iki, üç… Tosuncuklar bağırma görevlerini de layıkıyla yerine getirdiğinden sağ salim bizden ayırıp koğuşa gönderiliyorlar. Geri kalanlarımız için sayım mangasının copları göreve hazır. İşlemeye başlıyor… Artık nerenize denk gelirse… Tabii ilk başlayış her bir elinize saymayı unuttuğunuz kadar cop darbesi… Sayımı yeniden ve istedikleri ses tonuyla bağırmamız için yeniden başlatıyorlar… Sonuç değişmiyor. Bu sefer coplamada sıralı prosedür yerini karma düzene, kara kucağa bırakıyor. Herkes yerlerde sürükleniyor, bir yandan tekmeleniyor, bir yandan coplanıyor, bir yandan sürükleniyor. Sonuç değişmiyor. Kimse onların istediği gibi bağırmadı. Kimsede ayağa kalkacak hal kalmadı. Yavaş yavaş kimimiz bacağını, kimimiz kolunu gövdesini sürükleye sürükleye koğuşa atıyoruz kendimizi. Herke üstü başıyla uzanıyor yatağa. Ertesi günkü havalandırmada “terbiye edicilerimiz” akşamki programlarını uyguluyorlar. Yine yerde tekmelemeler, coplamalar, sürüklemeler… Havalandırma dedim de haftada üç gün ve kırk beşer dakika… Baskı, dayak, işkence dayanılır gibi değil ve geri adım atmaya da niyetleri yok. Zaten bu cezaevinde “normal” diye bir şey yok. Bir de bu direniş adamları çıldırttı. Direncimiz düşmeye başladı. Koşullar nedeniyle birçok arkadaşımızın sağlığı zaten bozuk, üstüne bir de bu aman vermez saldırı gelince yeniden durum değerlendirmesi yapılıp bağırmama konusunda arkadaşlar serbest bırakıldı. Beş kişi devam kararı aldık. Bir, iki üç… Daha sesli çıkmaya başladı. Devam kararı alan arkadaşlardan ilk sıra benim… On yedi… Normal ses… Önümde duran sayım mangası çavuşu yüzüme yumruğu öyle bir indiriyor ki… Mübarek üçüncü sınıf boks şampiyonu… Bir daha, bir daha… Arka arkaya… Arkadaşım daha on sekiz dememişti bile ve üstelik rahatsızlığı nedeniyle o direnişe devam kararı alan beş kişi arasında yoktu. Yani sıra numarasını sesli söyleyecekti. Sesini duymayı beklemeden bu kez benim yüzüme inmeye başlayan tokatlar ona inmeye başladı… Koğuşa girdiğimizde kırılan dişini göstererek “dışarı çıktığımızda bu dişimi taktıracaksın” dedi. Bu durum yıllarca sürecekti ve direniş kararı alan beş kişi arkadaşım istemese de altıya çıkmıştı… Benim yanımda dayaktan kurtulma şansı yoktu… Ona, sırasını değiştirmesini söylediğimde güldü, “mazoşizmin mutluluğunu elimden alma!...” Koğuşta her davranışı bir eğlence malzemesi yapıyoruz, adeta şamata üretim merkezi gibi çalışıyoruz. Görünüşte de olsa ağır koşulları tınmamaya çalışıyoruz. Bir gün, özellikle bizi coplamaktan akıl almaz zevk alan bir onbaşıya “anan senin bu kadar piç olacağını bilseydi, seni bok kuyusuna atardı” demişti de, biz bu bir satır sözden binlerce satır üretmiştik. Ne satırlardı ama… İncelik dolu, zarif, narin(!)… Bu arada cezaevi yönetiminden korktuğu için bizi coplayan askerlere hiç kızmazdık… Bize vururken elleri kalkmazdı da biz “vur” derdik, “seni ihbar eder tosuncuklar, başın belaya girer…” Bir çavuşu hiç unutmam, bir taraftan bize vururken bir taraftan yanaklarından aşağıya gözyaşları süzülürdü… “Özür dilerim arkadaşlar, özür dilerim…”
İlk koğuştaki tünel denemesi yatmıştı… Burasının durumu neydi acaba?... Bir yandan da bu konuyu araştırmıştık… El altından konuştuğumuz askerden lağımın güzergahını öğrendik… Şöyle üç dört kilometre gidersek şehrin ortasındaki bir mazgala ulaşabilirdik… Lağımın girişi koğuşun içinde, gaz odası denen yerdeydi… Oldukça ağır beton kapakla kapatılmıştı ve birkaç kez denememize karşın değil kapağı çıkarmak yerinde bile oynatamamıştık. O arkadaşın kuvvetini de katarsak bunu başarabilirdik. Bu mümkündü de, bunu ona nasıl söyleyecektik. Mensubu bulunduğu grup buna izin verir miydi, üstelik bu grupla dışarıda da ilişkilerimizin pek iyi olduğu söylenemezdi. Bu görevi ben üstlendim. Gece iki-dört nöbeti onundu. Yatarken, “sıkılırsan beni kaldır, sohbet edelim” demiştim. “Tamam dedi, kaldırırım”. Bir iki koridor boyu voltadan sonra gaz odasına geçtik, kapağı gösterdim. “Bunu kaldırabilir misin?. Gözüme baktı, önceki koğuştaki başarısız denemeyi duymuştu. Aklımdan geçenlerin yabancısı değildi. “buradan çıkılmaz” dedi. İkna etmeye çalıştım, üstelik ilkine göre riski daha azdı. Denedi, bir daha, bir daha. Kapağın yerinden oynayacağı yok. Ağzı sıkı, güvenilir, gücü kuvveti yerinde birkaç arkadaşın adını saydı. Onlarla birlikte bu işi halledebilirdik. İkinci nöbet gününü kararlaştırdık, hem bu süre içinde bu arkadaşlarla da konuşulmuş olurdu. O gün kapak kaldırıldı. Sabaha daha çok vardı ve ilk bir saat içinde durum belli olurdu. Bir saat bizi gaz odasında bekleyeceklerdi. Üç arkadaş lağıma indik. İçeride akıl almaz bir koku, bir gaz sıkışması… İlerledikçe boğulacağız… Üstümüz başımız neredeyse gırtlağımıza kadar bok içinde… Ya o fareler, lağım fareleri… Neredeyse kedi büyüklüğünde… Nasıl garip bir ses çıkarıyorlar… Fenerin ışığında tel tel uzamış bıyıkları parlıyor… Bir arkadaş bunların bize saldırabileceğini söyledi. Daha ileriye gitmemiz imkânsız. Havasızlıktan boğulacağız. Çaresiz geri dönüyoruz… Gitmemişler, bizi bekliyorlar. Elimizden tutup bizi yukarı çektiler. Koğuşta nasıl bir koku, nasıl bir koku… Hemen üstümüzdekileri çıkarıp atıyoruz, gazete kağıdına sarıp çöpe… Gizlememiz gerekli… Buz gibi suyun altında donacağım neredeyse, kaç kez sabunlandıysam kar etmiyor, koku bir türlü çıkmak bilmiyor. Arkadaşların fazlalıklarından don gömlek bulundu, üstümüze başımıza takıp takıştırdık. Yatak komşum arkadaşım “bu ne lan dedi, acayip bir koku, senden geliyor galiba”… Uyanan arkadaşlar burunlarını tutuyorlar, birbirlerine kokunun nereden geldiğini, sebebini soruyorlar. “Lağım patlamıştır.“ Sabah mangası kokuyu keşfetti, hiçbir şeyden haberi olmayan bir arkadaşımız neredeyse isyan edercesine nöbetçi komutana “bir bu eksikti, tatil beldenizin lağımları patlamış, ortalığı bok götürüyor ama siz bundan bile rahatsız olmuyorsunuz” dedi. Dedi de bir güzel de sopa yedi. İşittiğimize göre askerler patlayan lağımı onarmak için çoktan seferber edilmiş.
Bu olayın üstünden çok geçmeden koğuş tekrar dağıtıldı. Bir daha o arkadaşı cezaevinde hiç görmedim. Bin dokuz yüz doksanlarda tahliyeler başlamıştı… İkimizde tahliye edilmiştik ama kim neredeydi bilen yoktu. Yaşamın ağırlığı altında herkes kendini unutmuştu. Ancak karşılaşmalar tesadüfen olabiliyordu. Benim büroyu öğrenmiş, çıktı geldi. Kucaklaştık. O dev gibi cüsse çökmeye başlamıştı. Nefes almakta zorlanıyordu, sık sık oksijen tüpü kullandı. Ben sustum o konuştu. Dışarı çıkıp da ailesinin yardımıyla iş kuran, kendini toparlayan, iyi para kazanan arkadaşlardan söz etti. Bir kaçından iş istemiş, birçoğu uygun iş olmadığını söylemişler. Bir iki kişinin yanından kısa süreli çalışmış, bir zamanlar arkadaşım olduğuna inanamadım dedi. Birkaç kişiden borç almış, ödeyememiş. Ortak çevrelerde “bizi dolandırdı” demişler. Birilerinin yardımıyla bir yerlerde çalışıp hastalığı dolayısıyla da malulen emekli edinmiş. Kıyı kentlerin bir kasabasına yerleşmiş. Aradı, gittim. Sabahtan akşama bir sandalyede öylece oturup duruyor. İşi şamataya vuruyorum, “lan diyorum senin ev tam tünel kazılacak yer”… Onun o halini görmeye içim dayanamıyor. Emekli maaşını da aldığı evin kredisine yatırıyor. Ailesinin bile ilgilenmediğini gördüm. Ailesinin, eşinin, çocuklarının gözünde o beceriksizin birisiydi, sanki kendini kurtardı da başkaları kaldıydı. Herkesin delisiydi, bak filancalar nasıl yaşıyorlardı. Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındaydı. O bu sözleri artık duymuyordu bile ya da duymazlıktan geliyordu. Şehirden yaşadığı kasabaya tekel maddeleri taşıyan aracın şoförünü tanıyordum. Haftanın iki günü o kasabaya tekel maddeleri taşıyordu. Bir alış veriş merkeziyle anlaştım, haftanın iki gün araç ihtiyaç maddeleri ile doldurulup gönderiliyordu. Bir gün “eşim senin o dönem arkadaşlarımdan olduğuna inanmıyor” dedi. Çok sıkışık bir zamanımda para istedi. İki güne kadar temin edeceğimi söylememe rağmen o gün için ısrar etti. Sesimin tonunu yükselttim, telefonun ucundaki ses kesiliverdi. Aramalarıma cevap vermedi.
Eşinin büroma geldiği gün arkadaşımın ölümünün onbeşinci günüymüş. “Onu çok özlediğimi söyle” demiş.
---------------------------------- o ----------------------------------
BÖLÜM:7
Epeydir rahattı, gecelerini artık karabasanlar karartmıyordu. Yine başladı birkaç gündür. Bu karabasanlar yüzünden günün geceye dönmesi de bir karabasan oldu, gece olsun istemiyordu. Cellatları, fiziki ve psikolojik yok edişin eğitiminden geçmişler gibi şimdiye değin okuduğu korku romanlarında görülmeyen, ürpertici, aşağılık, bir canavarın kurbanını diri diri, sırıtarak ve iştahla parçalayışı gibi parçalarlardı bedenini, ruhunu. Bazen göğsüne çökerlerdi, bazen boğazını sıkarlardı. Nefessiz kalırdı, boğulur gibi olurdu. Boğuşurdu onlarla, ilk nefes alışında da en üstü açılmadık küfürlerle karşılık verirdi. Yeniden başlarlardı boğazını sıkmaya, boğmaya. Aklına mutfak gelirdi… O kocaman bıçak… Bir eline geçirebilse hiç tereddütsüz onların boğazını kesip mundar kanlarını akıtırken aynı kahkahayı atar, aynı sadistliği yapabilirdi. Ah, o bıçak… Bir eline geçirebilse… Ansızın bir hamleyle mutfağa yönelir, bıçak sanki elinin altındaymış gibi iki metreden bıçağa uzanır, ayağından çekerek yere düşürürler, hamle başarısız kalırdı… Yüzler tanıdığı yüzlerdi, aşağı yukarı her gece aynı karabasanın melunlarıydılar. Çirkin, iğrenç, nursuz yüzlerdi hepsi de… Anatomik yapılarına, ağız, burun kulak şekline, bir hayvanda olmayan konuşma yeteneklerine bakarak bunların insan olduklarına ilişkin kuvvetli bir yanılsama içinde olabilir miydi?. Şimdilik sorunun yanıtını verebilecek durumda değildi. Yarının bilim insanları elbette onun bu kuşkusunu cevaplandıracak verilere ulaşacaklardır. Yine başladı birkaç gündür. Geceleri ansızın fırlıyor yataktan, kan ter içinde kalmış. Bilmem kaç yıl önce karşılaştığı o yüzleri hiç unutmamıştı, suratlarının en belirgin çizgileriyle orada duruyorlardı işte en arsız sırıtışlarıyla. Hangisi daha korkunçtu, gerçeği mi, karabasanı mı?. Bir kezinde doksan altı gün, farklı zamanlarda on beş günden tutun da bir ayı geçkin süreyle kaldığı o işkence hanede yaşadıklarıyla, geceleri uykusunu cehenneme çeviren kâbusun hangisi gerçekti, hangisi karabasan? Gerçek ve karabasan üst üste gelip çakışmış olabilir miydi?
Mutfak ve bıçak…
Orada ne mutfak vardı ne de eline geçirmek için hamle yaptığı bıçak. Bir ucu sağ elinin küçük parmağına bağlanmış sabit bir kablonun uçlarının vücudunun çeşitli yerlerine uzandığını hissediyordu belli belirsiz. Kablonun başka uçları da vardı, kâh ayak parmaklarından, kâh dudaklarından, sık sık erkeklik organından verilen elektrik şokuyla kanı çekilmiş ve iradesi dışında titreyen vücudunun farkına varırdı. Elektrik şokuna ara verildiği zamanlar bedeninin bunların elinde tutsak olduğunun farkına bile varmazdı. Gözleri bu süre içinde hep bağlıydı ve cellâtlarınca bu bir tedbirdi. Görüp onları tanımamalıydı. Bir yerden diğer yere sürükleyerek taşırlardı. Ağzınızdan çıkacak bir tek kelimeye öylesine odaklanırlardı ki, bu kelimeyi söyletmeleri için, harika teknolojinin harika aletleri yetmez, adeta yalvarırlardı. Siz o kelimeye öylesine yabancısınız ki, konuştuğunuz dilde, o dilin sözlüğünde ve sözcüğünde o kelime yok. İnsan bilmediği bir kelimeyi konuşamaz ki… Bunca üstün güçlerine, bunca türlü çeşitli işkencelerine karşın bilmediğiniz kelimeyi “bildiğinizi” bilirler, söylemeniz için beden ve beyin direncinizi tamamen ele geçirmeye çalışılırlar, “su” diye inlediğinizde birbirlerine emir vererek “ hemen su getir” diye insana has olmayan bir garip sesle telaşla koşuştururlardı. Bileklerinizden bağlı ellerinizin avuçlarına, yanan vücudunuza sürpriz bir serinlik veren, su bardağından daha hacimli kabı tutuşturduklarında suyu ağzına götürmekle öğürmeye ve kusmaya başlamanız arasında saniyeler bile yoktur. Su diye tepenize diktiğiniz sidik ve tuz alaşımıdır. Sizin öğürmeniz ve kusmanız onlar için bir eğlenceye dönüşür ve katıla katıla gülmeye başlarlar. Yüzer okkalıktan eksiği olmayan birkaç leş tepenize biner, kusmuğunuzu size yalatmak için, o birkaç vücut hep birlikte yüklenirler, sizi boğar ve nefes alacağınız bütün hava koridorlarını kapatırlar. Vücut direnciniz bu saldırıyı püskürtmeye yetmez, cansız yere yığılırsınız. Biraz kendinize gelir gibi olduğunuzda gözlerinizi merak edersiniz, bunca gün, hafta, ay bir bantla sürekli bağlı olan gözlerinizin olup olmadığının, görüp görmediğinin de farkında değilsinizdir.
Ahh, o bıçak… Burada mutfak da yok…
Bedeni, nasıl bir dünyadan geldiklerini bilmediği bu insan görünümlü kan içicilerinin elinde tutsaktı tutsak olmasına ama… Ruhu o korunaklı, silahlı, sivil… her ne bok ise işkence hanelerinin duvarlarını aşıp, uçmuştu. Bundan onların haberi yoktu ve onlar kadavraya çevirdikleri bedenin üzerinde yeni teknoloji harikası işkence aletleriyle yeni işkence yöntemlerini uygulamakla meşguldüler. Bedenini cellâtlara teslim eden ruhu, ay aydınlık bir gecenin ortasından akan derenin mavi-yeşil sularına ayaklarını uzatmış, başının üstünde yaprakları hışırdayan sarmaşığın rengârenk çiçekleri arasından gökyüzünü kaplamış sayısız yıldızları seyre daldı gece serinliğinde. Onları saymaya başladı… Bir, iki, üç, dört… Yirmi, yüz beş… Kayan bir yıldız sayıyı karıştırdı. Yeniden, yeniden… Güldü… Samanyolu Galaksisine ilişkin dinlediği öyküler geldi aklına… Her bir yıldız kocaman bir dünya idi, hatta pek çoğu dünyadan bile büyük. Bu dünyadaki evleri, pencereleri, şehirleri, sokakları düşündü. Bu derenin ak berrak suları kuşkusuz bütün yıldızlarda vardı, bütün yıldızların geceleri serindi, sarmaşıklarının çiçekleri rengârenk, gece sefalarının kokusu büyüleyiciydi. Yıldızlar böylesine parlak olduğuna göre-üstelik elle tutulacak kadar yakındılar- oraya gidebilirdi. İnsanları da bize benziyorlardır kuşkusuz, bizim gibi. Uzun boylu, orta boylu, kısa boylu, esmer, kumral, sarışın… Çocuktu, yıldızların çocuklarıyla sınırsız meydanlarda çelik-çomak oynarlardı. Gençti, yıldızların güzel kızlarına âşık olur, onların peşinden koşardı. Orta yaşlıydı, oğlunun elinden tutar onu yıldızlardaki dostlarının çocuklarıyla tanıştırır, oğlunun evrenin sınırsızlığına olan hayranlığını ve yüzüne vuran sevincini izlerdi. Yıldızlarda yaşayan insanların evinde mutfak var mıydı, ya bıçak… Canı sıkıldı, başka çağrışımlara sığındı. Mesela Ankara-Eskişehir trenine kaçak binerlerdi, Bahri, Ramiz ve kendisi. Yolda yakalanırlarsa saatlerini ve yorganlarını satar, bilet parasını öderlerdi. Daha önce yaptıkları gibi. Olumsuz çağrışımların virüs gibi araya girdiği, hayallerin ortasına siyah benekler bıraktıkları da olurdu. Bir süre bu virüsleri kafasından atamazdı. İzmir’de amelelik yaptığı günler… Binanın yedinci katına omuzda tenekeyle beton taşırlardı, Bahri, Ramiz ve kendisi. Nasıl da yorucuydu. Ama işin kolayını bulmakta geç kalmadılar. İncir bahçesinin ortasında Paşa konağı denen harabe bir binayı keşfetmeleri uzun sürmedi. Çimento kâğıtlarından bir döşek yapıp iki katlı binanın ikinci katına yerleştiler. Açtılar ve paraları da yoktu. Çözüm ellerinin altındaydı. Bahçeden incir toplayıp satabilirlerdi. Nerde?. Bahri İzmir’i biliyordu ve plaja kadar yürürlerdi, plajda satarlardı. Sattılar, para kazandılar, kızların peşinden de koşmayı ihmal etmediler. Bekçi kovdu evden ve bahçeden. O kız güzeldi, yolun üstündeki kırtasiyecide çalışırdı, sık sık kalem alma bahanesiyle uğrardı oraya. Bahsi o kazanmıştı, kız ona gülümsedi. Ramiz dalga geçti, Bahri Basmane seyyar satıcılarından o naylon gömleği aldı.
Yeniden Egenin mavi sularında dalgalar üzerinde yalpalayan bir kayıkta gördü kendini. Kürek çekti, kayık kuş gibi uçmaya başladı. Dev dalgaların içinde kalıyor, denizin dibinde buluyor kendini, ıslak vücuduna dokunuyor, aklına aramalarda kullandığı, zor bela yaptırdığı sahte kimliği geliyor, canhıraş cüzdanının yerinde olup olmadığın yokluyordu. Buldu, cüzdanı yerindeydi. Aramalarda bu kimliği kullanıyordu, kaç varta atlatmıştı bu sahte kimlikteki ismiyle. Polisler kimliğin sahte olduğunun farkına varamamışlardı, özenli ve profesyonelce hazırlanmıştı. Kayık dev dalgaların arasından kuş gibi uçuyor, dalgaların kayığı ve kendinin nasıl savurmadığına şaşırıyordu. Kayık onunla konuşuyordu, bazen dalgaların çıkardığı sesten kayığı duymuyordu. Tepesinde şimdiye değin hiç görmediği kuşlar uçmaya başladı. Sanki bir festival hazırlığına gidiyorlarmış gibi rengârenk kuşlar. Bazıları kayığa tünediler, kimisi de omuzlarına kondu, ürkmediler. Kıyıya yanaşıp dev ağaçların gölgesi altında durdu. Kırtasiyeci kızın evi, neresi olduğunu bilmediği bu kıyının yanındaydı, ağaçların arasından o evi gördü. Kız elinde bir sepet balıkla evine gidiyordu, ardından bağırdı, sesi çıkmıyordu. Gök gürültüsü… Kayık alabora oluyor, sarsıldı, tutunmak için çırpınmaya başladı.
“ Seni gidi orospu çocuğu seni”… Bizi s..ikip bayılttın, iki aydır masal anlatıyorsun bize, yalan söyledin… “Asın, asın, asın”… Asın orospu çocuğunu… Çarmıh… T biçimindeki direğin yatay olanına, ayakları yerden yüksekte bırakacak şekilde kollarını bağlayıp bıraktıklarında omzundan bir ses işitti… Çırpındı, kolunu bacağını kurtarmaya çalıştı. Acı dayanılır gibi değildi. Başaramadı, kurtaramadı kolunu bacağını, yeniden bayıldı… Ruhu yine bedenini terk etmişti… O Berrak sular, sarmaşığın rengârenk çiçekleri, gecesefalarının harika kokuları yoktu, yıldızlar ışıltılı, parlak ve elle tutulacak kadar yakın da değildi. Daha doğrusu gökyüzünde hiç yıldız yoktu. Kurşun rengi bir sisti kendini içinde bulduğu. Yapayalnızdı ve etrafta bir ışık bir ses de yoktu. O Cennetten bir parça diye tarif ettiği İstanbul Üniversitesi bahçesinde buldu kendini. Kendinden başka kimsecikler yoktu. Gökyüzü sarışın bir karanlığa büründü. Kaçıp uzaklaşmak istedi. Otobüs durağında insan suretine benzer bilim kurgu yaratıkları türü birilerinin kırkbeş okkalık, kuş gibi çırpınan bir kızı yaka paça eden, hepsi birden üstüne abanan üniformalıları alkışladığını gördü, midesi bulandı, ağzını elinle tutarak uzaklaştın.
Ahh, o bıçak, o mutfak…
Çıplak vücuduna sıkılan buz gibi tazyikli su ile kendine geldiğinde nerede olduğunu düşündü, gözleri kapalıydı, nerede olduğunu, kimlerin elinde olduğunu kestiremedi. Duyduğu sadece acıydı. En çok da omzu sancıyordu, dayanılır gibi değildi omzundaki acı.
Kimsin sen? Bu insan sureti görünümlü yaratıklarla aynı ülkede, aynı şehirde yaşıyorsun, belki aynı sokakta yan yana yürüyorsunuz. Gerçekte yaşadıkların mı kâbus, Kâbusların mı gerçek?
Ey hayat… Ey güzel ülkem… Bunları üzerinde barındıracak kadar geniş yürekli misin? Senin mutfağında gizlediğin o gümüş saplı bıçağa neden ulaşamıyorum…?
---------------------------------- o ----------------------------------
BÖLÜM:8
“Neyin felsefesiyle uğraştığının, neyin çözümlemesini yaptığının sen bile farkında değilsin, öyle olsa şurada bu konuyu konuşmamızın, tartışmamızın bir yararı olmadığını bilir, nefes tüketmezdim. Söylenenleri tekrarlamaktan, dahası söyleyenlerin niyetini gizlemekten başka ne işe yarıyor bu saçmalıkların, günü mü kurtarıyorsun, yoksa gözüne girmek istediğin birileri mi var”.
Önemli şeyler söylediğine öylesine inanmıştı ki, konuşurken adeta kendinden geçiyordu. Şimdiye değin bu konuyu konuştuğu kişiler ağzı açık onu dinlemişler, taltif etmişler, yüceltmişlerdi. Her toplumun beklenen konuşmacısıydı. Tut, tutabilirsen arkadaşı. Senin tepkine epeyce içerlemiş, sana ilişkin dert yandı bana. Bu kadar ağır yüklenmeni doğru bulmadım. Arkadaşımız bizim, bizden de destek beklemeye hakkı yok mu?
—Sence var mı?
—Elbette var, bazen öylesine acımasız oluyorsun ki, seni tanımasam, kasıtlı davrandığını bile düşüneceğim.
Kendini daha çok yalnız hissetmeye başlamıştın. Sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen en yakınındaki ve aklı başında bildiğin arkadaşlarındı bunlar. Bunlarla nereye gidilir, ne yapılabilirdi ki? Herkes bir kahraman hayranı ve bir kahraman adayıydı. Hatta öyleleri vardı ki adeta gözünün içine bakarak “idare ediver, durumu çakmasınlar”” der gibi fırıldaklıklarına gölge olmanızı bile isterlerdi. Biliyordun elbet, bu arkadaşın için bir kendini tatmin aracıydı, işin kötüsü söylediklerine kendisi de inanıyordu ve “durumu idare ediver” gibi bir cinliği de yoktu. Her şeye rağmen kullanılan argümanlar bu bahiste kullanılmalıydı.
Bir süre sustun. Arkadaşın biraz mahcup ama seni ikna etmekte ısrarlıydı.
Amacımın bir arkadaşımı kırmak, onu küçük düşürmek olmadığını anlamınızı istiyorum. Biz, geleceğe ilişkin, yarına ilişkin hayaller kuruyoruz. Bu hayaller ki ruhumuzun gıdası, bizi ayakta tutan direnç kaynağımız oluyor. Biz sorunu kendi içimizde doğru kavrayamamışsak başkalarına anlatacak doğruları nereden bulacağız? Sorun şu ki, devrimciler öncelikle ilah ya da put değil insandırlar bu gün hayatta olmayan devrimciler kendilerinin putlaştırılmalarına, ilahlaştırılmalarına asla izin vermezlerdi. Onlar insandı ve elbette insan olarak anılmayı herkesten çok onlar hak etmişlerdir. O arkadaşımızın sorunu kavrayamamasından kaynaklanan yanlışına senin destek olman bu yanlışı genelleştirir, giderek yanlış üzerinden doğruyu arama gibi bir körlüğün içinde buluruz kendimizi. İlkel toplumların neden kahramanlarının olmadığını düşündünüz mü hiç?. Tarih ne zaman sınıflı toplumlara eviriliyor, kahramanlıklarda bu evirilmeyle birlikte ortaya çıkıyor, niçin?. Her sınıflı toplum kendi egemenliğini kendileri dışındaki sınıfları sindirerek, korkutarak sürdürür. Bu sindirme, yıldırma ve baskı araçları toplumsal gelişmeye paralel olarak genişler, karmaşıklaşır ve giderek toplumun bütününü sindiren, susturan bir sisteme dönüşür. Baskı, yıldırma ve sindirmelerin amacı toplumun kişiliksizleştirilmesidir. Kişiliksiz insan itaat eden insandır ve egemenlerin varlıklarının devamı da bu tip insan türünün devasa boyutta üretilmesidir. Kişiliksiz insan hangi toplumsal evrenin egemenleri olursa olsun, köle sahipleri, derebeyleri, senyörler, krallar, hanlar, padişahlar, vezirler, yani egemen sınıfın temsilcileri karşısında el pençe divan dururlar. Sırtını kamçıyı yiyen zalimin duacısı olur. Bu kişiliklerin oluşturduğu toplum zalimlerini yaratır ve zalimliğin zeminini hazırlar. Ondan korkar ve ona saygı duyar. ondan korkar ona baş eğer, ondan korkar onun önünde diz çöker. Zalimini yaratmıştır, yaratırken bir adım ötesini düşünmemiştir ve boğazına kızgın sacayağı olarak geçirmiştir. Sesini çıkarmamıştır, bununla da yetinmeyip etrafını da sesini çıkarmaması için ikna etmiştir. Artık kırbaçlar çoğalmıştır, çünkü kırbaç korku yaratmanın en dolaysız aracıdır. Kırbaççılar da çoğalacaktı tabii ki, çünkü kırbaçlanacaklar çoğalmıştır. İşte tam da bu noktada kendisinin göze alamadığını başkasından beklemeye başlayacaktır. Onun adına başkası sesini çıkarmalı, karşı kaymalı, direnmeli ve savaşmalıdır. Kendisi üç maymunu oynamakta o kadar ustalaşmıştır ki, görmez, bilmez ve duymaz. Hoş geldin toplumsal ikiyüzlülük… Başkalarının kahramanlığı kendi korkaklığının, kişiliksizliğinin panzehiridir artık. Baskıcı toplumlar elbette zalim efendilere dur diyecek kahramanlarını da çıkaracaktır. Bu doğal, normal bir durum değil mi?. Bu toplum yaşamının bütün karmaşıklığına, trajedisine rağmen gerçekten yaşadığının bir göstergesi değil mi? Nihayet kahramanımızın ortaya çıkmasıyla birlikte dün efendilerinin kırbacının önüne secdeye yatar gibi yatanlar artık efendilerine karşı bütün hınçlarını kusacaklardır. Hani Nazım’ın şiirindeki gibi “fakat bir kez bir dert dinleyen düşmesin önlerine, bir kez gayrık yeter demesinler, akarsuları çevirir, dağları yırtar ayırır” dediği gibi. Tabii kahramanımızın yazgısı saatin sarkacı gibi bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelecektir. Henüz bıçağın hangi yanına düşeceği belli değildir. Şayet efendinin kırbacı elinden alınır, kırbaçtan kurtulurlarsa kahramanımız baş tacı edilecektir, adı dillere destan olacaktır, çocuklarına kahramanımızın adı verilecek, destanlara, öykülere, söylencelere konu edilecektir… Amaaa… Ya bıçağın kör tarafına düşerse, kırbaçlı beyler kahramanımızı alt ederlerse… Artık kahramanımızın değil adının anılması bu kez kahramanı kırbaçlamaya bunlar sıraya girecektir. Çark tersine işlemeye başlayacaktır. Bir araya gelip birbirlerine nasihat etmeye, evde çocuklarına öğütler vermeye başlayacaklardır. Zalimimiz Derebeyidir, handır, kraldır, padişahtır ya… Hani devlettir ya….”İşte diyecekler, devlete karşı gelenin hali böyle olur, Allah devlete zeval vermesin”… Bizim halk kahramanlarımızı düşünsene… Mesela Köroğlu… Bolu beyi koca bir Bolu’ya kan ağlatırken o kadar insanın gıkı çıkmıyor, bu zalime “aman ağam, aman paşam” demekten geri kalmıyor, ama Köroğlu’nun adına da destanlar yazmaktan geri kalmıyor. Peki ama Bolu Beyi Köroğlu’nu tepeleseydi ne olacaktı?... Bu söylediklerim elbette bir övgü olmadığı gibi bir sövgü de değildir. Sadece sosyolojik bir tespit, nesnel bir bakıştır. “Bireysel/kişisel kahramanlık olgusu” devrimcilerin özeneceği, özendireceği bir olgu olmamalı… Hatta kahramanlığın kendisi devrimcilerin övgülerine mazhar bir olgu olamaz. Şayet toplumun kendisi baş eğmeyen, diz çökmeyen bireylerden oluşsaydı kahramanlara da ihtiyaç duymayacaktı. Ne var ki bir objektif olgu, nesnel bir gerçeklik olarak sınıflı toplumlar baskı toplumlarıdır ve baskı yılgınlığı, yılgınlık baş eğmeyi ve kişiliksizleştirmeyi davet eder. Devrimciler kendi istekleri, kendi egolarını tatmin etmek için kahramanlığa ihtiyaç duymazlar, ancak bu kişiliksizleştirilmeye karşı mücadelenin gereği olarak bakarlar meseleye. Onların kimseden kahramanlık payesi dilenmeye ihtiyaçları yoktur ve bunu reddederler. Bu bir paradoks mu? Elbette değil. Ancak mücadeledeki fonksiyonlarının gereği, mücadeleye önderlik/öncülük etmelerinin zorunlu sonucu olarak bu sıfatı taşırlar, kendi istekleriyle kahramanlığa aday oldukları için değil. Elbette gerek egemen gücün baskısının ortadan kalktığı sosyalist toplumlarda gerekse hiçbir egemenlik aracına ihtiyaç duyulmayacak sınıfsız toplumlarda artık baş eğdiren bir güç olamayacağı için baş eğen bir insan da olmayacaktır ve toplum da kahramanlara ihtiyaç duymayacaktır. Devrimcilerin ve insanlığın özlemi budur. Hepimizin kahramanı, tüm insanlığın sevgilisi Spartaküs’ü düşünsene… Kendisiyle birlikte mücadeleye atılanlar mücadele anına kadar, efendilerinin eğlence aracı olarak birbirlerinin karnını deşen, bağırsaklarını yere yığan gladyatörler değil miydi?... Şimdi Spartaküs kitlesel örgütlü mücadele yerine Roma imparatorlarına karşı tek başına mücadeleye girseydi ne olurdu?. “Yenme-yenilme” gibi pragmatik bir sonuçtan yola çıkmıyorum. Belki birkaç senyör, birkaç senatör haklardı ama kitlelerin kurtuluşunun kitlesel ve örgütlü mücadeleden geçtiğine ilişkin geriye ne bırakırdı, acaba bu halde de Spartaküs yine bütün insanlığın idolü olur muydu?. Spartaküs böylesine kişiliksizleştirilmiş bir Roma’ya “kişilik” çığlığı attığı için Spartaküs değil midir?. Acaba Spartaküs neyi tercih ederdi, birbirini boğazlayan gladyatörleri arkasına almayı mı, yoksa gladyatörlerin efendilerini eğlendirmek için birbirlerini boğazlamalarını reddetmelerini mi? Spartaküs kahraman olmak için kölelere/gladyatörlere öncülük etmedi, onları örgütleyip Roma zulmüne kaşı savaştığı için kahraman oldu. Roma zulmü olmasaydı Spartaküs’ün de kahramanlığına ihtiyaç kalmayacaktı. Eski Yunan sitesinde Galileo Galile’nin kavradığını, gördüğünü bilmem kaç bin yıl sonra göremiyorsak bunca laf edip de yorulmanın anlamı ne?. Bilinen öyküdür. Galile “dünya yuvarlak” dediği için kutsal kitapların dediklerine aykırı şeyler söylediği için yargılanır, ölüme mahkûm edilir. Ancak, söylediklerini geri alırsa hayatı bağışlanacaktır. Galile “Dünya yuvarlık” sözünü geri alır ve hayatı bağışlanır. Oysa Yunan toplumu aradığı kahramanı tam bulmuşken kahramanımızın su koyvermesi üzerine “yazıklar olsun senin gibi kahramana” derler. Galile, “asıl kahramanlara ihtiyaç duyan bir topluma yazıklar olsun” der. Şimdi sorun Galile’nin kahraman olması mı, bütün toplumun kahramanlara ihtiyaç duyulan toplumsal yapıyı ortadan kaldırılması mıdır? Bütün mesele budur. Kahramanlık öykülerinin dayanılmaz cazibesine kapılıp kahramanlara ihtiyaç duyulan bir toplumu kutsadığımız sürece altı şiş üstü kaval birer kahraman oluruz ama… Bir devrimci alsa…
 
Üst